Pages

19 Ekim 2011 Çarşamba

Reha Erdem ile Röportaj


Reha Erdem ile 22 Mayıs 2006’da Yapılan Görüşme
Yer: Levent – Özel Bürosu

* Çocukluğunuzu anlatabilir misiniz? Sinemaya, kitaplara meraklı mıydınız?

Çocukluğumda Türk filmleri ile büyüdüm. Benim çocukluğumda televizyon vardı ama çok daha hayatın içinde değildi. Yazları haftada 3 kere, kışları da hafta da 1 kere Türk filmleri, yabancı filmler izleyerek, işte kendi kuşağım gibi büyüdüm. Özel olarak okuma merakı da nasıl oldu bilmiyorum, erken başladım. Okumak için başta ailem yönlendirdi. Biraz kapalı bir çocuktum, daha içine kapanıktım. Bu mahallede büyüdüm, iki tane sahanın ortasında yani. Sokakta da oynardım ama oynamak kadar daha çok okurdum. Tam sokak çocuğu değildim. Öyle olmak veya olmamaktan değil, neden öyle bilmiyorum.

* Kitap seçimleriniz nasıldı o dönemlerde?

İlkokulda okurken, Milliyet’in bir serisi vardı çok şahane Altın Kitaplar; çocuk klasikleri, Hugolar, Pal Sokağının Çocukları gibi şeyler. Bilmiyorum hala onlar mı okunuyor.

* Babanızın Subay olması nedeniyle farklı şehirlere gittiniz mi, hep İstanbul’da mıydınız?

Fransa’ya gidene kadar hep İstanbul’daydım.

* Aileniz sizi sinemaya götürür müydü? Çocukluğunuzda izlediğiniz filmler mi sizi etkiledi? Sinemaya olan ilginizin nedeni nedir?

Yok. Ben ilkokuldan sonra Galatasaray Lisesi’ne girdim yatılı olarak. Ve bir merakım vardı o da nereden bilmiyorum. Sinemaya, tiyatroya ailemle giderdim ama öyle bir hevesim vardı ki Galatasaray’a girer girmez hemen tiyatroya başladım daha ilk yıldan. Zaten o ilk yıldan tiyatro yaptığım bir sürü arkadaşım hala hazırlıktan başladığım arkadaşlarım, Kutluğ Ataman mesela bunlardan bir tanesi. Hepsi tiyatrocu, sinemacı olmadı ama Ruşen Çakır var gazeteci hala aynı şekilde devam ediyorlar.

İşte Galatasaray tiyatroyla başladı ve sonra tiyatro çok önemli oldu bizim için. Sonra ortaokulda filan fotoğraf-sinema başladı. Sonra sinema daha öne geçti. Lise bittiğinde de sinema okumak niyetiyle bitti. Galatasaray’da başladı yani sinema merakım.

* Sinema okumak istiyordunuz ama tarih bölümüne girdiniz neden?

Sinema okumak istiyordum fakat o yıllarda Türkiye’den de ayrılmak istemiyordum. Türkiye’de o zaman sinema okuyabileceğim sadece Sami Şekeroğlu’nun kurduğu Mimar Sinan Üniversitesi’nin sinema bölümü vardı. O sıralarda da olaylı yıllardı onlar. Ailem zaten gitmemi istiyordu. Ben de aksine işte tam da o nedenlerle gitmek istemiyordum. O yıllarda Boğaziçi Tarih Bölümü kurulmuştu ve çok sükse yapan bir bölümdü. Benim bütün yakın arkadaşlarımın gittiği, övgüyle söz ettiği, çok entelektüel, hakiki anlamda bir bölümdü. Gerçekten de öyleydi. Oraya girdim. Ve Boğaziçi’nde 3 yıl okudum ben.

* Öğretim kadrosu da çok iyiydi sanırım?

Çok iyiydi, şahaneydi. Dünya çapında bir bölümdü ve benim hayatımın en güzel üniversite yılları orada geçmiştir. Hakiki üniversite nedir diye sorarsanız o yıllardaki Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü derim. Sonra işte o yıllarda YÖK patladı ve okul yani bölümde allak bullak oldu. Zaten ben de biraz artık, Boğaziçi’nde de sinema kulübünde çalışıyordum. Okul kadar önemliydi sinema. Zaten tarih bölümünde ilk yaptığım ödev, “Tarih ve Sinema”ydı. Tarih sinemadan nasıl yararlanır diye. Sonra orası çok zevkliydi ama gerçekten artık yetmiyordu bana. Prof. Dr. Abdullah Kuran bölüm başkanıydı. Beni de çok severdi. Onun da teşvikleriyle bırakıp, terkedip Fransa’ya gittim. Tabi annemleri iki kere ikna etmem gerekti. Bir tarih okumak için, nedir tarih ne işe yarayacak derken, birden onu bile yarım bırakıp Fransa’ya gideceğim dedim.

* “Tarih bölümünde okumak için ailemi zor ikna ettim” demişsiniz aileniz ne okumanızı istiyordu?

Anne-baba ne ister? Tıp oku doktor ol, mühendis ol. Şimdi diyorlar ki ne kadar yanlış düşünüyormuşuz. Hayatım garanti olsun diye tabii ki. Ama iyi ki dinlememişim. Bir sürü arkadaşım ailelerini dinledi ve mutlu olmadılar. Herkes ne istiyorsa onu yapmalı.

* Bir sene daha dayanamadınız mı Türkiye’de kalmaya? Okulu bitirip gidemez miydiniz?

Aslında o zamandan beri çok iyi bildiğim bir şey var. Her şeyi zamanında yapmak lazım. Üstüme o kadar yüklendiler ki bu konuda, onun için hiç unutmuyorum Abdullah Kuran’ı, “dinleme hiç kimseyi ve git, bu bir risk zaten ne olacak ki. İkna edemiyorsan annenleri de dinleme” dedi. Hakikaten bir sene daha duracağım, bu arada istediğim bir okuldan kabul gelmişti. Sonra bir daha o olmayacak. İşin tavı kaçacak. Yani hep yapılması gereken zamanda, filmler de öyle mesela. O zaman yapılamazsa ki bu da başıma geldi, sonra yapılamıyor. Öyle bir şey var.

* Üniversitede tarih okudunuz, tarihi iyi öğrendiniz. İyi bir kadrodan öğrendiniz. Bu bilgilerinizi bir filmde değerlendirmeyi ve tarihi bir film yapmaya düşünüyor musunuz?

Tarihi iyi öğrenmedim ben. Boğaziçi Tarih Bölümü’nün en güzel yönü bir alana bakmayı öğretti, yöntem öğretti bize. Çok iyi bir yöntem öğretti. Tarih bitmeyecek bir şeydir. Tarihe baktığınız yere bağlı. Onu öğrendik. Hayata nereden bakılırsa değişik gözüküyor, nereden yaşanırsa değişik oluyor. Aynı şey yani. Tarihi çok seviyorum ayrıca sinema olarak çok zengin bir şey. Tarih deyince hangi tarih? Hele bizim gibi bir ülkede. Bir projem var. Hatta böyle epeydir duruyor. Daha çok imkan gerekiyor. Bir tane daha var. İki projem var. Biri çalışılmış, biri az çalışılmış. Birisini gerçekleştirmeye kalkmıştım ama zor bir iş. Biraz daha imkan olunca belki, çünkü pahalı bir film.

* Neden Amerika, İngiltere veya İtalya’da değil de Fransa’da ki bir üniversiteyi seçtiniz?

Fransızca eğitim ile büyüdüğüm için öncelikle. Fransa o zaman her şeydi benim için sinema Fransa demekti. Gerçi tam görmüyorduk ama Godard, yeni dalgacılar, o zamanlar militan sinema merakımız vardı. O sıralar Fransa’da 68 sonrası sinemada çok değişik fikirler, düşünceler vardı. O yaştaki bir genç için çok etkileyici şeylerdi. Bir de Fransa o yıllarda şu an onu biraz kaybetti ama hala çok güçlü ama sinemateği çok büyük olan, şu anda hala dünya da en çok filme yatırım yapan ülke. Nüfusuna göre en çok filmin seyredildiği ülke orasıdır. Hala da genel anlamda sinemanın en önemsendiği ülke. Onun içindi herhalde.

* Fransa’daki eğitim döneminizi anlatır mısınız? Beklentilerinizi karşılayabildi mi?

Şöyle karşıladı. Bir kere çok iyi bir üniversiteyi bırakıp gittiğim için önce bocaladım. Bocalamadım değil yani çok şey geldi, bir de bizim buradaki bölüm çok küçük bir bölümdü. 5-6 kişi ders yapardık. O güzel koruların içinde, hoca odalarında ellerimizde kahvelerle. Orası tamamen dayak yemek gibi geldi. Ama o dayağı yemek de iyi oldu. Sonra orada okuduğum bölümde sinemayla beraber plastik sanatlar da okudum. Sinemanın bir tek teknik olmadığı, sinemanın bir kültür meselesi zaten her sanatın bir kültür meselesi olduğunu hissettiriyordu okul. O sıralar kaydusinemanın, iyi bir kaydusinemaydı o zamanlarda, tüm redaksiyonu okulun hoca yani eğitim kadrosundaydı. Orada kuramsal kısmı, ayrıca başka bir şansım oldu VARAN diye bir kuruluş vardı. Orada da pratik yapma imkanım oldu. Öğrenciliğim boyunca bir sürü film çektim. Film çektim derken teknik olarak malzemeye dokundum. Kamera, film, montaj masası.

* Kimlerden eğitim aldınız? Bizlerin de tanıdığı ünlü isimler var mıydı?

Vardı da ama şu anda burada tanınanları kalmadı. Diğer alandan hocalarım Jean François Lyotard mesela. Felsefe bölümünden de dersler alıyorduk. Benim bir nevi hayat görüşümü, sanatımı, sinemamı en büyük etkileyen hocalardan biri de odur.

* Kimlerle birlikte okudunuz? Ünlü bir yönetmen (Türkiye’de de tanınan) var mı?

Kendi ülkelerinde olanlar var. İtalya’da var bir arkadaşım sonradan belgeselci oldu. Daniel Kalkatera diye. Bir tane Ramazan Süleyman var Güney Afrikalı. Şimdi Güney Afrika’nın yıldızı diyorlar. Güney Afrika sinemasının içinde çok iyi bir yeri var. Fransa’da var arkadaşlarım. Çok tanınmasalar bile iyi işler yapan.

* Fransa’da kaç yıl kaldınız? Hangi yıllar arasında?

Fransa’da 1983’den 1990’a kadar kaldım. Sonra gidip geldim. Sonra tamamen koptum.

* Belgeselci Jean Rouch’un film yapma biriminde çalıştınız.

Evet VARAN. Jean Rouch’un film yapma birimi. Okulla beraber devam ettim oraya.

* Çektiğiniz üç kısa filminizi de Doğrudan Sinema türünde çektiniz bunda Rouch’un etkisi oldu mu?

VARAN’da çektim o filmleri. Jean Rouch’un Cinema-Direkt denilen bir disiplini var. Belgeselleri, insanlara kendi hikayelerini oynatarak yapmak. Çok ilginç aslında. Sonradan dağıldı. İnsanlar kendi hikayelerini yeniden oynuyorlardı ve bu da belgesel gibi yapılmaya çalışılan bir şey değildi. O çapta yaptığım filmlerdir. Bu tür çok bana göre değildi. Çok öğrendim, çok çalıştım ama orada da onun içinde çok tartışmasını yapanlardan biriydim.

* Kısa filmlerinizin konuları neydi?

Birincisi “Ericindirect” diye bir filmdi. O zamanlar Fransa’da daha yeni yükseliyordu aşırı sağ hareketi. Onun böyle aşırı sempatizanı, silahlara düşkün, kamyonlara düşkün bir gencin portresiydi. Onun aslında çok iyi, temiz kalbi arkasında böyle uçuk bir çocuktu.

İkincisi, “Yayalar Durun - Attendez Piétons” bir yaşlılar evinde geçiyor. Çok hüzünlüydü o dönem Fransa’daki yaşlıların durumu. Yaşlıları huzurevlerine yerleştiriyorlardı. Özel bakımevlerinin dışındaki halk için olan huzurevlerinde durum çok kötüydü. Orada film yaptım. O yaşlılar evine isyan eden 3-5 yaşlının, oradan kaçmaya çalışanların portresini vermeye çalıştım. Zor bir işti o da.

Üçüncüsü de, “Bir Yoğurt Açmayı Bile Beceremiyorsun - Tu ne Sais Meme Pas Ouvrire un Yaourt”u bir grup olarak yaptık. İtalyan bir arkadaşımla beraber. Fransa’da bir lise vardı, kendi kendini yöneten lise. Liseyi öğrenciler yönetiyordu. Bütün ne kadar hiçbir yerde adam olamamış, isyankar çocuk varsa onlar için çok iyi bir projeydi. Hala devam ediyordu ama ne oldu bilmiyorum. Bir deneme lisesiydi o. Onlar idare ediyordu okulu. İşte o çocuklarla zorlu bir işti. O lisede okuyan bir grupla hırsızlıklarını bile çektik onlarla beraber. O işlere bile katıldık. Başka bir sinema anlayışı tabii ki.

O sıralarda Aaton kameralarının omuzda kullanılanları yeni çıkmıştı. Orada deneniyordu ve deneyenler de bizlerdik daha çok. Dolayısıyla bu teknik olarak, o zamanlar çok değerli şeylerdi o kameralara dokunmak. Ve onlarla sürekli çekim yapıp, onların bütün aşamalarıyla uğraşmak; kendimiz montajlıyorduk, kendimiz miksajlıyorduk filan. İyi bir okul oldu yani. Sonra da zaten, halen de devam ediyor o kurum. “A Ay”da bana büyük destek vermişlerdi. Montajı orada yaptım. Biraz kendi yerim gibiydi. Sonra koptum ama haberleşiyoruz.

* Kısa filmlerinizi gösterdiniz mi?

Göstermiyorum çünkü onlar ayrı bir tür, bana ait olmayan okul filmleri. Bana ait ama o türü sevmiyorum zaten. Ben daha çok yapmacık yani yapılmış şeyleri seviyorum. Bu nedenle göstermek istemiyorum.

* Türkiye’ye döndünüz Fransa’da kalmayı hiç düşünmediniz mi?

Aslında düşünüyordum. Bir türlü de karar veremiyordum. Orası mı burası mı? Orada daha çok imkan olduğunu biliyordum. Gerçekten de orada daha çok imkan var. Sonra “A Ay”la dönünce, tam tereddüt ettiğim sıralardı ki, hayatımı geçindirmek için buradan reklam teklifi gelince reklam çekmeye başladım. Sonra orayla da ilişkilerim “A Ay”dan sonraki proje için sürdü. O projeyi ayağa kaldıramayınca “Atlar Kanatlar ve Tayfalar” projesini, kaldım burada gidemedim. Sonraki filmlerde hala en büyük desteği ve tek desteği yine Fransa veriyor.

* Bu dönemde Bülent Erkmen’den reklamcılık teklifi geldi nereden tanışıyordunuz?

Bülent Erkmen beni tanımıyordu. Ekibiyle “A Ay”ı görmüşler ve sevmişler, bana böyle bir teklifle geldiler. Hatta ilk çektiğim reklam filmi “A Ay”ın resimleri ve renkleri … onun içinden böyle bir şey yapılmış bir reklamdı.

* Reklamı sevdiniz mi yoksa sadece para kazanmak için mi yaptınız?

Reklamı sevmedim. Çünkü reklam sevilecek bir şey değil. Ama sevmeden insan 10 sene bir işi yapmaz. Şeyi sevdim tabi ki, orada bir, çok fazla film çekme imkanım oldu. Reklam filmi iyi, iyi bir şey derken ısmarlanmış fonksiyonel bir şey yapıyorsunuz. Reklamda hoş olmayan reklamın ilişkileri. Yani işte iş dünyası gibi, bana uygun şeyler değil. Ama benim bir prodüktörüm var hala beraber olduğum. Onun kanatları altında olduğum için fazla hırpalanmadan devam ettim. Bir de reklamda da yeni şeyler yapmaya çalıştık onun da mücadelesini vermek zor oldu. İnsanlar, son derece kapalılar fakat yine de yeniliklere ihtiyaçları olduğu için özellikle onların, kabullendiler. Reklam tamamen ısmarlama. Son derece ne istendiği belli, ne olacağı belli ama o da aslında belki o an başka bir egzersizdi. Hakikaten sonra bu şeye dönüştü “al nasıl istersen öyle yap” şeklinde geldi.

* Bu güven yaptığınız işleri gördükten sonra mı, Kristal Elmaları aldıktan sonra mı oldu?

Genel olarak şöyle oluyordu. Ajansa hazırlayıp veriyorsunuz önce bir yutkunuyorlar. Çünkü bir şeye benzemeyeni herkes önce bir itiyor. Sonra film oynamaya başlıyor, beğeniyorlar-beğenmiyorlar bir süre sonra laf da edemiyorlardı. Çok mücadele ediyorduk. O sükse yapınca, öyle öyle bir birine eklendi.

* Toplam kaç reklam filmi çektiniz?

Hatırlamıyorum, saymadım. 10 yılda bayağı bir çekmişimdir. 100’ün üzerinde çekmişimdir.

* Reklamcılığın sinema yaparken size gibi faydaları ne oldu?

Reklamcılığın sinemamı etkileyecek bir şeyi yok çünkü. Bir kez daha söylemiştim; reklamın kendi kendisine bir etkisi yok. Genel olarak reklam filmleri emanet şeylerle yürüyebilen bir şey. Etkisi ne olacak. Reklam o an vur-kaç, albenili. Ve bunun bir kısmını sinemadan alıyor. Sinemadan veya bir dönem çok parlak bir dönemi vardı , videoklip. Oradan alıyordu. O alan biraz kısıldı şimdi. Yaratıcılarını da kaybetti. Dolayısıyla hep sinemadan alıyor. Zaten benim gibi kapalı bir, kapalı derken, hiç reklam özendiğim bir durum veya beğendiğim bir estetik olmadığı için,dolayısıyla zaten sinemada denemek istediklerimi denedim. Alıp orada yapacağımı burada yaptım anlamında değil ama hala bazı reklam filmlerinde bulduğum montaj şeylerini buralarda da kullandığım oldu. Reklam insanı şöyle etkiler, işte çok para kazanırsınız ve bir şey oldum dersiniz öyle bir bozukluk olur. Reklam insanın sinemasını öyle etkiler.

* Ben biraz da teknik anlamda sormuştum.

Teknik anlamda reklam ve popüler sinema da bütün dünyanın istediği tek bir şeyi istiyor. İşte eğlendir, hafif olsun. Amaç çarpıcı, kansınlar fareli köyün kavalcısı gibi arkasından gelsinler, herkes onu istiyor. Reklamda bu anlamda hiç olmazsa adam direk şu kadar oldu, şu film oynayınca satış şu hale geldi diye böyle böyle gidiyor. Net yani.

* Coca Cola ve Yapı Kredi firmalarının reklamlarını çektiğinizde piyasada o dönemdeki en yüksek bütçeli reklamlar olmuş. Size güvendikleri için işi tamamen size bıraktıkları dönemde mi oldu?

Son 6-7 yıldır ilk üç-dört senede oldu onlar. Sonra zaten en pahalı yönetmen oldum. Pahalı derken, reklamda parayla ölçülüyor her şey. Aynı şey gibi iyi-kötü cetveli yok ki, ne kadar veriyorlar parayı? Bir de biz ağır prodüksiyonlar yapıyorduk. Onlardan daha pahalıları var mesela bir Ford filmi vardı, ilk Türkiye filmi vardır. Ama şöyle özellikleri olduğunu söyleyebilirim. Reklam da çok çabuk tüketilen bir şeydir, seyrettiğinizde hala eskimeyen yeni duran filmler birçoğu. Turkcell’ler vardı pahalı olan, pahalı derken bu filmlerin bütçeleri yüksekti.

* Kültür Bakanlığı tarafından gerçekleşen “Şiir Filmleri Projesi”nde yer aldınız ve Yahya Kemal Beyatlı’nın Deniz Türküsü şiirinin filmini çektiniz.

Onlar bir liste yapmışlar İsmail Cem’in Kültür Bakanlığı döneminde İKSV ile beraber, Şakir beyle beraber. Bir edebi kurul kurdular. Bir de yönetmenler listesi yapmışlar ve de şairler listesi. Çok hoş bir projeydi tabii, “Şiir Klipleri” diye. Bizim klasik şairlerden bir liste yapılmıştı ve istediğin şiiri seçebiliyordun. Bana da şey düşmüştü o sıralarda Hilmi Yavuz. Ben o listenin dışında Yahya Kemal’in başka bir şiirini önerdim listede olmayan. Çok da heveslendik. Bir bütçe kadar parayı cebimizden vererek, hala Hülya Uçansu onu söyler. Hiçbir yerde oynamadı, gösterilmedi ama yayınlanmadı. Şimdi filmlerin DVD’leri çıkacak belki onlardan birinin içine koyarım.

* Şiirinizi kim okumuştu?

Cüneyt Türel. Cüneyt Türel oynuyordu zaten.

* Şiir klibi çekmek zor bir şeydir aslında.

Zor bir şey evet.Güzel bir şeydi o proje, amacı insanlara şiiri duyurtmaktı. Yüz kişi seyreder bir çocuğun aklına o kitabı alıp bakmak gelir, o da oradan başka şeyler öğrenir. Öyle bir faydası var. O kadar abuk-sabuk her şey var hayatımızda ama bazı şeyler yok. Faydası olur mu olmaz mı, bunlar faydasız da olsa çekelim gösterelim istediler. Ama şiirden film yapmak olmaz zaten. Benim yaptığımın da olduğunu düşünmüyorum. Onun için de hem o şiirin ruhunu yıkmamaya çalışıp şiirden ilgisiz üretmek de kötü, ama bir şiirin üzerine ayrı bir şiir yapmaya çalışmak ayrı bir kötülük, hainlik. Nasıl cesarettir yani Yahya Kemal filan. O arada, derede bir şeydi. Bu bir pop şarkısı değil ki her söylenene bir şey yapasınız ama o şiirin ruhunu bozmadan yansıtmaya çalıştık. Ancak ben kendim yaptığım için de pek yapılabilecek bir şey olduğunu düşünmüyorum.

* Şiiri kendiniz önerdiğinize göre sizin için özel bir şiir miydi?

Yok, çok sevdiğim şiirlerden bir tanesi. Yahya Kemal’in “Deniz Türküsü”. Filme dediğim gibi fazla ilistürasyon gerekmeden ruhu yansıtılır diye düşündüğüm bir şiirdi.

* Kaç dakika oldu?

Tam hatırlamıyorum ama 7 dakika galiba.

* Bütün şiiri kullandınız mı?

Tamamını kullandım. Hatta girişi-çıkışı falan var. Sonra bir müzik yaptırmıştık.

* Müziği kim yaptı?

Fuat Erman.

* Size göre bağımsız film ve bağımsız yönetmen tanımı nedir?

Bağımsızlık tarihten beri ülkelere göre kültürlere göre çok farklı kullanılıyor. Benim için bağımsız film demek, ben bağımsız olduğumu düşünüyorum, bağımsız sinema yaptığımı düşünüyorum.

Bir hesap yapmadan, sonucuyla ilgili bir hesaplanmadan yola çıkmadan yapılan her film bağımsız filmdir. Bu işte 1 milyon seyirci için yapıyorum ya da şu da olabilir bilmem ne festivali için yapıyorum, belli bir kesim için yapıyorum dediğinizde zaten o bağımsız olmuyor. Belli insanları tavlamak için yapıyorum onların beğenisini kazanmak için yapıyorum deyince zaten onların kıstaslarından bakıyorsunuz. Halbuki benim sevdiğim sinema, bu küçük hesapların öldüreceği bir şey. Zaten o da bir ürün haline gelecek, şimdi Da Vinci iyi film mi, kötü film mi, işte bir ürün. Son derece iyi paketlenmeye çalışılmış. Dünyayla aynı gün Türkiye’de de çıktı, Singapur sokaklarında inanılmaz stantlar kurulmuştu. Da Vinci’nin çok değişik teknolojilerle promosyonları yapılıyordu. Önlerinde kuyruklar, oyunlar, kitaplar vs.ler bunun için de bu iyi film miydi kötü film miydi diye konuşmaya gerek yok. O çok düşünülmüş, tasarlanmış bir film. Yazarı da tasarlayarak yazmış. Ama illa Da Vinci demeyelim onun gibi dünyadaki bir sürü film tasarlanarak yapılıyor. Şöyle bir şey de var, tasarlanmamış gibi tasarlanarak yapılıyor. Dolayısıyla şu an edebiyatta, sinemada özellikle sinemada gerçek anlamda sanattan olanı ayırma çalışmak benim için en büyük kriter. Sanattan olan zaten bence bağımsız olan demektir. Bağımsız o yani.

* “A Ay” filminizin yapım öyküsünü anlatabilir misiniz? Filmin konusu nedir? Senaryoyu ne zaman yazdınız, yapımcı aradınız mı?

“A Ay” benim ilk adımım. Parayı bulmanın normal yollardan olmayacağını baştan çok iyi bildiğim için, önce filmi nasıl yapacağımızı, kimlerle konuşacağımızı bulmaya çalışırken üniversiteden ve liseden bir grup arkadaşım destek sözü verdi. Bir kısmı reklamcı olmuştu, bir kısmı da rehberlik yapıyorlardı, onlar para verdiler. Bir bütçe yaptık. Çok küçük şeylerdi bunlar ama filme başlama gücünü verdiler. Düşünüyorum da şimdi “A Ay”ı yaptığım yoldan cesaret edemem film yapmaya. Ancak son filmim “5 Vakit”e de benzer bir yolla başladık. Orada da arkadaşlar değil de kazandığımız ödüllerin küçük paraları vardı. Ama şimdi çok daha iyi biliyorum ki başladıktan sonra kendi kendine gidiyor. Zor oluyor ama bir şekilde gidiyor

“A Ay”ın ortalarında bir yerlerinde gerçekten bitti para. O arkadaşlardan biraz daha destek geldi. Sonra Onat Kutlar’a gittim o bir destek buldu ve filmi bitirdim. Fransa’dan çok iyi bir destek çıktı. Türkiye’nin içinde olmadığı bir oluşumdan post prodüksiyonu için çok büyük bir yardım çıktı. Ayrıca yine Onat Kutlar, Osman Kavala’dan destek buldu. Böyle yamalı bohça gibi para toplaya toplaya filmi bitirdim.

* Senaryoyu ne zaman yazdınız?

Senaryoyu Fransa’da yazdım. Fransa’da daha önce yapmaya çalıştığım bir proje vardı. Sonra onu orası için yazıyordum. O sırada Kutluğ’dan dolayı burada tanıdığım insanlar, sinema dergisine bir yazı yazmıştım ‘Ve Sinema’ diye bir dergi vardı Hil Yayınları çıkartıyordu. O yazıyı okuyup buradaki birtakım genç sinemacılar ve sektör içinden gençler …… demişler Kutluğ söylemişti bana. O projeyi buraya çevirdim “A Ay” oldu. …..

* Çekimleriniz ne kadar sürdü?

Çekimler yaklaşık bir buçuk ay kadar sürdü. Bir ara 10 gün gibi durduk parasızlıktan. Çok küçük bir bütçeyle çektik onu. Ama tam olması gereken gibi oldu.

* Yani hiçbir şeyden taviz vermediniz, aynı özeni gösterdiniz.

Yok vermedim. “A Ay” tam olması gerektiği gibi oldu. Şu an o filmi çeksem yine aynı şekilde yaparım. O kadar parasızlıkta yine 1’e 9 çektim. “Kaç Para Kaç” şu ana kadar en çok negatif kullanılarak çekilmiş film. Sonradan duydum şımarık diyorlarmış. Nasıl gerekiyorsa öyle çektim. Reklamla reklam olmamakla bir ilgisi yok. Bütün dünyada da öyle yapılıyor halen. Hep öyleydi. Olması gereken gibiydi.

* Genelde hep kısıtlı imkanlarla çalışıldığı için sanırım.

Ben kısıtlılığa hiç inanmadım. Hala da inanmıyorum. İmkansızlıktan uyduruk şeyler yapılıyor hala, imkan var bir şey mi yapıyorlar, bir şey yapmaya gayret mi ediyorlar? O ayrı bir şey.

* Montajınız ne kadar sürdü?

Fransa’da yaptık. 2,5 ay falan sürdü ses montajıyla beraber. O masada yapılan bir montajdı. Ondan sonra masa filan kalmadı.

* “A Ay”ın bütçesi nedir?

Tam hatırlamıyorum ama o zamanlar Fransa’dan 500 bin frank geldi. Şimdi 100 bin euro gibi, benim için çok büyük bir yardımdı. Fransa’daki bütün post prodüksiyonu karşıladı. Buradaki harcamalar da herhalde 30 bin euro gibiydi. Yaklaşık 130 bin euro yapıyor. Filmden çok az insan para aldığı için bu bütçeyle filmi tamamlayabildim. Ben kısıtlılığa hiç inanmadım. Hala da inanmıyorum. İmkânsızlıktan uyduruk şeyler yapılıyor hala, imkânı olanlar bir şey mi yapıyorlar, bir şey yapmaya gayret mi ediyorlar? O ayrı bir şey.

* Oyuncu seçiminizi yapıp teklif götürdüğünüzde nasıl karşılandınız? Teklif götürdüğünüz sanatçılar kabul etti mi? Çünkü ilk filminiz ve henüz tanınmıyordunuz.

O sıralar Türkiye’de bana bu konularda Leyla Özalp yardımcı oldu. O zamanlar Atıf Yılmaz’ın yardımcı yönetmeniydi. O kadar az film çekiliyor ki, ilk mi çekmiş, kötü mü çekmiş kimse bakmıyordu. Hala da öyle oyuncuların durumu çok parlak değil.

* İlk filminiz deneysel bir film ve çok ağır eleştiriler de almış, onları okuduktan sonra ne hissettiniz? Etkiledi mi sizi? Ya da ben ne yaptığımı biliyorum mu dediniz?

Etkiledi desem yalan olur. Etkilemedi derken, o kadar sonra vizyona çıktı ki film. Zaten film vizyona çıkana kadar ki süreçte benim için gerekli primi yaptı. Ödül aldı. Avrupa jüri ödülleri ilk o sene konulmuş, aday oldu. Benim için zaten çok sükse yaptı. Bir sonrakine de yardımcı olacak kadar bir şey oldu ama ben onu iyi değerlendiremedim, şansızlık oldu. Film çok sonra çıktı. 6 sene filan vardı arada. Atilla Dorsay şey yazmış ‘kendine film yapıyor’ diye. Şimdi hatırlamıyor bile. Hala kendime film yapıyorum dolayısıyla ondan farklı bir şey olmadı. Hala devam olarak görüyorum.

* O zaman neden gösterime girememişti?

O zamanlar bu tarz filmlere hiç rağbet yoktu. Şimdi yine var. Şimdi öyle salonlar var, dağıtımcılar var. Yoktu. Pera’da oynadı o bodrum gibi yerde. Para verip oynattık onu da. Şu kadar dolmazsa ne yapacağız dediler ve çek aldılar bizden. Hakikaten de o kadar dolmamış ve o parayı ödedik. Ne kadar olduğunu unuttum ama gerçekten para verip oynattık.

* O zaman bir dağıtımcınız olmadı sanırım.

Yok canım dağıtımcımız olmadı. Sinemaya verdik gösterdik.

* Ne kadar kaldı gösterimde?

Herhalde iki hafta.

* Türkiye’de başka bir bölgede gösterime girdi mi?

“A Ay” yok oldu ortadan ve kült film oldu. Bir kesim çok beğendi. Yakında DVD’si çıkacak ve büyük bir ihtimalle sinema festivalinde oynayacak.

* Senaryosunu kitap olarak yayınladınız, satışı oldu mu?

Hala satılıyor. Hatta şimdi DVD’si çıkınca onu basan arkadaşlar belki yeniden basarlar. Onlara söyleyeceğim belki DVD’siyle beraber satarlar.

* Belki “A Ay”da olmadı ama şimdi filmlerinize nasıl bir pazarlama stratejisi uyguluyorsunuz?

Onu bir bilsek. İlk defa bu “5 Vakit”te dediler ki bırak artık şunu, bırak derken zaten bilmediğimiz için karışmıyorum. Sağ olsunlar bir sürü insan şu an Cannes’da film satışı için uğraşıyorlar.

* Bazı filmler için ses getiren galalar yapılıyor, daha vizyona çıkmadan veya çekimler sırasında bir sürü haberleri basında yer alıyor…

O başka zaten, o bana uymaz. Yaptığıma uyacak bir şey değil o. Zaten öyle yaptınız mı arkası kof çıkmış olur. Sonuç olarak amacım özellikle Türkiye’de 100-150 bin kadar filme meraklı insan var. Onlara ulaştırabilmek bir de yurt dışında gerekli yerlere ulaşmasını sağlamak.

* “Beni asıl heyecanlandıran adım adım öykü anlatmanın dışına çıkmak” demişsiniz.

Sinemayı sırf öykü anlatmak için kullanmak, sinemayı çok küçümsemek gibi geliyor bana. Öykü anlatmak için çok güzel yazabilirsiniz ya da bir sürü yöntemi var. Sinemada öykü de olabilir ama sinemanın ana meselesi bir öykünün nasıl anlatılacağı; giriş, gelişme ve sonuç ya da başka türlü, o başka bir şey. Bu çok derin bir mesele aslında. Ve sinemanın büyük kısmı bunu yapıyor sinemacı adı altında, çünkü çok daha kolay bir şey o. Film deyince herkes birbirine filmi anlatayım derken filmin öyküsünü anlatıyor. Bence iyi bir film anlatılamayan film. Anlatmaya çalışırsınız ya en iyisi sen git bir gör çok güzel film dersiniz. Bir tek filmle olabilecek şeyleri kastediyorum. Hikaye olup olmaması değil. Hikaye … ya da bütünü ya da hani sırf hikaye değil. Hikaye dediğiniz şey laflara diyaloglara dayanan ve bildiğimiz kodlarla giden bir şey o. Sinema çok daha fazla şey yapabilecek bir alan. Yani biz hikayenin ötesinde bir … verebilecek durumlar, düşünceler, anlamlar yaratabilecek bir alan. Bir araç.

* 1991 yılında tiyatro yönetmenliği yaptınız, hem de bu işin ciddi yapıldığı bir kurumda devlet tiyatrolarında, bu oyunu siz mi önerdiniz, devlet tiyatrolarından mı size teklif geldi?

Ben tiyatroyu hala çok izliyorum, seviyorum. Bir de tiyatroyla başladığım için çok hevesliyim. O sıralarda da “A Ay”daki arkadaşlarımdan Nurinisa Yıldırım da bunu biliyordu ve bir şeyler yapalım diyordu. Sonra devlet tiyatrolarına proje halinde sunduk, kabul ettiler. “Hizmetçiler” oyunu benim için iyi bir şeydi. Orada da çok çabaladık. Oranın da formatı, 15 - 20 gün ya da 1 ayda oyun çıkartıyorlar, onlarla bile uğraşmak büyük bir mücadeleydi benim için ama yine istediğim gibi yaptım. Tiyatro sinema gibi değil. Benim için sinema daha başka bir şey. Şimdi de gene yapalım diyor bazı arkadaşlarım ama…

* Neden istemiyorsunuz?

Vakit kaybetmek istemiyorum, onun yerine filme emek vermek istiyorum. Ama sahne üstünde performans yapmak isterim. Onun bir gösteriye yönelik kısmını sevmiyorum.

* Hazırlık aşamasını mı?

Vücut çalışmaları gibi şeyleri yapmayı ya da yaptırmayı çok isterim ama bir oyun hazırlama işine girmek istemiyorum. Sanırım büyük bir ihtimalle burada imkân olmadığı için bana pek cazip gelmiyor. İmkân yok derken üç günde beş günde, salon vermeden oyunun çıkması isteniyor. Bir opera projem vardı ‘Hizmetçiler’den sonra. Çok da heveslendim büyük bir şeydi. Kendi yazdığım bir şeydi. Opera değil de böyle bir operanın da içinde olduğu bir performans diyeyim. Bana hemen başla denildi. Ama o kadar imkân yok ki. Hafta sadece 3 gün salonu verebiliyorlar, AKM Büyük Salon. Sonra şu kadar zamanda çıkması lazım diyorlar. Onunla hiçbir şey olmaz ve olmuyor da bence. Oluyor gibi görünüyor.

* İçinize sinmeyeceği için mi?

Sizin içinize ne kadar sinerse sinsin. O iyi bir şey olmaz ki. Olma ihtimali yok.

* Yine de iyi iş başarılıyor o zaman.

Ben ne kadar başarıldığından da emin değilim. Başarıldığını sanmıyorum.

* Oyununuza ilgi nasıldı?

Oyuna ilgi güzeldi. Çok ilginç bir şey var. Devlet Tiyatroları’nda ne yapsanız operada filan, şu an gitseniz bilet bulamazsınız. Tıklım tıklım dolu. Dolayısıyla güzeldi. Uluslararası anlamda da iyi tepkiler aldı.

* Yurt dışında festivallere katıldı mı?

Katılamadı çünkü ağır bir sahne düzeni vardı. İnip kalkan bir dekoru vardı çok pahalıydı. Taşımak zordu. Benim için iyi tat verdi ama bir daha yapabileceğim bir şey değil. Benim sinema alışkanlığım olduğu için sinemada oyuncu bir türlü oynuyor ve onu alıyorsunuz o artık öyle kalıyor. Tiyatroda her gün başka türlü oynuyorlar. Oyunu çıkardık ama ben bir ay boyunca her gün tiyatroya gidiyordum. Sonra dediler ki bana bu artık senin işin değil. Bu bizim oyunumuz. Doğru, onların oyunu dolayısıyla o alan bana ait bir alan değil. Tiyatronun güzelliği o aslında, hayat var orada ama benim hayatım olmadığı kesin.

* Jean Genet ve “Hizmetçiler” oyunu ile ilgili araştırmamda oyunun erkeklere oynatılması gerektiğini öğrendim. Sizin oyununuzda kimler oynuyordu?

Öyle bir gereklilik yok. Daha doğrusu Genet oyunu kadın oyuncular için yazmış. Ancak erkek oyunculara oynatılan çok yorumu da var. Ben kadınlara oynattım.

* Tiyatro geçmişiniz olduğu için oyuncu yönetimi konusunda zorlanmamışsınızdır herhalde.

Yok ama sinemadaki bambaşka bir şey. Tiyatrodaki gibi değil. Tiyatroda oyunculuk, oyuncu yönetimi filan çok daha farklı. Daha zor diyemeyeceğim. Oyuncu için daha zevkli çok daha zevkli. Ne yaptığını performans olarak baştan sona izliyor ama sinemada böyle bak çok güzel diyorsunuz sonra üç kere aynı şeyi yaptırınca ne nedir…Bir oyuncu ne kadar kendini zorlasa, ben iyi bir sinema oyuncusuyum diyemez. Kendini güvendiği adama bırakıp bir şeyler anlayarak gittiği bir şey. Filmi gördüğünde anlıyor ne oynadığını.

* Siz bu oyun sırasında mı tanıştınız şimdi ki ekibinizle?

Yok. Ekip derken onlar birike birike, birike değişe, eklene eklene düzenli bir şey değil. Kumpanya gibi değil yani öyle bir şey değil. İyi olunca, iyi geçinince insan ayrılamıyor birbirinden.

* “A Ay”dan sonra Fransa’daki yapımcınız batmasaydı ikinci film olarak “Atlar, Kanatlar ve Tayfalar” filminizi çekecektiniz ama kaldı. Daha sonra bu filmi çekmeyi düşünmediniz mi?

İşte daha önce Fransa’ya gitmemle ilgili sorduğunuz soruyla bağlantılı bu da. O, o zaman yapılacak bir filmdi. Şimdi böyle bir şey yapmak istemiyorum. Bundan bir üç-beş sene önce bir arkadaşım önerdi. Bir baktım, olmaz değil ama şu an için geride kaldı.

* “Kaç Para Kaç”ın yapım öyküsünü anlatabilir misiniz? “A Ay”dan gelen şeyi kullanabilirdim ama atladım demiştiniz.

Arada çok uzun bir süre oldu ve bir şey kalmadı. 10 yıl var aralarında. Ama ben her gün film yapma isteğini duyduğum için o 10 yılın nasıl geçtiğini fark etmedim. O arada reklamlar vardı ve “Kaç Para Kaç”ı çalışıyordum. Sonra nasıl bir imkan nasıl yaparız diye bir araştırdık etrafı. Birisi ilgilendi Türkiye’den bir prodüktör. Benim Türkiye’deki tek toplantım odur. Sonra kimler oynayacak derken tartışma oldu. Toplantıdan çıktık ve sonra da kendimiz yaptık. Aslında biliyordum ama bir kere daha konfirme etmiş oldum bana ve arkadaşlarıma ‘parayı veren düdüğü çalar’ Onlarla olunca başka türlü olur. Sonra işte hacı ağalar gibi cebimizden, ekipçe öyle o ana kadar kazandığımız paranın tümünü “Kaç Para Kaç”a koyduk ve yaptık.

* Sponsor arayışınız oldu mu?

Sponsor arayışımız “Kaç Para Kaç”ta olmadı. Onu “Korkuyorum Anne”de bir yokladık. Onda da şu marka koyma işi var. Onu yapmak bence dünyanın en büyük alçaklığı. Reklam filminden daha büyük bir adilik gibi geliyor bana. Bunu yapan beğendiğim yönetmenler de var ama bana çok ayıp geliyor.

* “Kaç Para Kaç”ın çekimleri ne kadar sürdü?

“Kaç Para Kaç” herhalde en uzunu. 11 hafta gibi sanki. Gözüktüğünden zor bir işti. Çok sade yapmaya çalıştım öyle oldu.

* Konusunu nereden buldunuz?

Simenon’un “Venedik Treni”nden. Simenon çok sevdiğim bir yazar. Bunu aslında almak istiyorduk uyarlama olsun diye Fransa’ya gittik, çok zor dediler. Ayağınıza dolanır. Verirler ama çok vakfı var onun. Avukatlara filan danıştık başımıza iş açılmasın diye. Sonra dillendir dediler. Çok müthiş bir yazardır Simenon küçük gar romancısı gibi başlamış bir başka Dostoyevski gibi. Onun “Venedik Treni” adlı romanının Türkçe’de de genç bir uyarlaması var. Çok değiştirilerek yapılmış bir şey. Filmin senaryosunu ben yazdım.

* Bütçesi ne kadar?

Bütçesi 1 milyon 200 dolar. Post prodüksiyonunu tamamen yurt dışında yaptık. Laboratuvarı Belçika’da.

* Kurgusu ne kadar sürdü?

Görüntü montajı Türkiye’de 4 ay sürdü. 3 ay da Fransa’da ses montajı yapıldı. 1999’da Marmara Depremi olduğunda da miksajını yapıyordum. Miksajı da bir ay sürdü. O filmi en kaliteli 35 mm’den çıktık. O benim Rolce Royce filmim. “Kaç Para Kaç” şu ana kadar en çok negatif kullanılarak çekilmiş film. Sonradan duydum bana şımarık diyorlarmış. Film için nasıl gerekiyorsa öyle çektim. Bunun reklamla, reklam olmamakla bir ilgisi yok. Bütün dünyada da öyle yapılıyor halen. Hep öyleydi. Olması gereken gibiydi.

* Filmin görüntü montajını İstanbul’da yapmışsınız ama ses montajı ve miksajı Paris’te, negatif montajı ve kopya baskıları da Brüksel’de yapılmış. Neden? Türkiye’deki teknik alt yapı iyi iş çıkartmak için yeterli değil mi? Ekip yurt dışından geldiği için mi? Bütçeyi de arttırıyordur bu işlemler. Yoksa ücretsiz mi yapıyorsunuz?

Yok, çok indirimler alıyoruz ama çok pahalı, oralar çok daha pahalı. Teknikle ilgili değil, daha çok bunlar anlayış ve insanla ilgili şeyler. İlk defa “5 Vakit”in her şeyini burada yaptım. Ama yine dışarıdan geldi arkadaşlar. Zaman zaman özellikle seste problemler oluyordu. Anında müdahale ettik, hemen geldiler burada yaptık. Artık oluyor ama yine yabancı teknisyenlerle yine bayağı bir mücadeleyle ama en azından bu filmimde “5 Vakit”te onu çok istiyorum. Olabildiğini kanıtlayalım ve artık burada yapalım her şeyi. Daha ucuz yapalım ki daha özgür olalım. O oldu onun için çok mutluyum. “Kaç Para Kaç” tam tersine bir de çok uzun yıllar sonra ilk filmimdi. Açıkçası madem dedim bu kadar çalışıp bir film yapıyoruz, nasıl iyiyse nasıl iyi olacağını düşünüyorsak öyle yapalım. Ve en iyi yerlerde en iyi şekilde yapıldı. O an o gerekiyordu şimdi aynı şekilde yapmam.

* Dağıtımını hangi firma yaptı?

Dağıtımını Warner Bross. yaptı. Cuma günü vizyona çıkıyordu, o gün sadece ilanlar çıktı o kadar, başka hiçbir şey yapmadılar. O film seyirci çekebilecek bir filmdi. Bilmiyoruz o işleri, bilmiyorduk da, çıktı. Az iş yaptı. Fakat 2-3 yıl sonra DVD’si çıktı. DVD’si çıktıktan sonra o film konuşulmaya başlandı. Bir dönem DVD’de en çok satan filmdi. Ve hala da DVD’si satılıyor. Hala konuşuluyor.

* Kaç hafta vizyonda kaldı?

Az kaldı. 2 veya 3 hafta kaldı.

* Kaç kopya çıktılar gösterime?

12 kopya. Sadece İstanbul’da çıktı.

* Sadece İstanbul’da mı gösterildi başka şehirlere gitmedi mi?

Sonradan iki sinema İzmir’e gitti. Birkaç kopya da Ankara’ya gitti ama.

* Kaç kişinin izlediğini biliyor musunuz? Gişe geliri ne oldu?

12 bin kişi izledi. Gişe geliri de pek iyi değildi. DVD’si daha çok para getirdi ama esas o film kendini çıkarttı. Şimdi de yurt dışından çıkartıyor. Özellikle büyük satış Japonya ve Almanya’da yoğunlaşıyor. İşte zaman içinde, bu filmlerin şöyle bir şansı oluyor. Uzun süre satış devam ediyor. Şu an hala arkadaşlar Cannes’da bunları pazarlıyorlar. Daha satılmamış ülkeler var. Oldu olmadı ne yapalım olmazsa olmuyor. Bu bir ticaret değil ama çok para koyunca biz o filme 1 milyon doları cebimizden koymuştuk. 1 milyon doları koymak içinde 1 milyon dolar olması gerekir bir kere önce. O da 1 milyon dolar için deli gibi çalışıp bol reklam filmi ki onda da artık böyle imkan yok. O zamanlar çok büyük bütçelerle film çektiğim için olabiliyordu. İyi ki de öyle oldu. Abuk-sabuk evler, arabalar yerine şimdi daha anlamlı bir filme gitti paramız, daha iyi değil mi?

* En İyi Yabancı Film Dalında Oscar adayı oldunuz ve Türkiye’yi temsil ettiniz birçok yabancı festivale katıldınız bunlar sizi besleyen şeyler mi?

Çok motive ediyor. “Kaç Para Kaç” çıktı bir sürü “A Ay”ı sever şimdi şimdi anlıyorlar, tamamen farklı olduğunu düşündüler. Şaka gibi geldi onlara. O zaman da çok az filmle olmaz, şu an bile ne yapmak istediğimi ben de biliyor değilim ama ne yapmak istemediğimi çok iyi biliyorum. Ama sonunda o yapmak istemediklerimizle yaptıklarımız tam bir bütünlük oluşturuyor. Bir sinemacı yani bu adam sinema sanattan mı değil mi, sinemadan mı değil miyi görmek için bence 4 - 5 film gerekiyor, 6 film gerekiyor. Benim için bir yönetmenin öyle bütünüyle bir anlamı var. O zaman bu buymuş da bu da buymuş denilebilir.

* Hiç televizyon satışı oldu mu?

Yok hiçbirini satmadık. Evet özellikle satmadık. Niye satmadınız derseniz bilmiyorum. “A Ay” zaten satacak bir şey değildi. O sıra ben TRT alsın istedim, almadı. Almayınca da ben de satmak istemedim başka yerlere. Sonra biz Ömer’le beraber olunca da “Kaç Para Kaç” için teklif geldi, o da bize çok az geldi. Satmamak daha iyi dedik nasıl olsa onlar da bütçe bekleyince değer kaybetmiyor. “Korkuyorum Anne”yi bilinçli satmadık, üç film oldu. Şimdi de 4 film oldu. Paket olarak daha bir anlamı olur diye şimdi duruyor. Televizyonda hiçbiri oynamadı daha.

* İlk üç filminizde mekanınız İstanbul. Neden? İstanbul’u çok mu seviyorsunuz? Yaşadığınız ve bildiğiniz bir şehir olduğu için mi? Hikayeler onu gerektirdiği için mi?

Bildiğim için. Yaşadığım ve bildiğim için. Bir de zaten çok renkli. Malzemesi çok bol bir şehir olduğu için. Gerçekten uzun yıllardır bu festivaller nedeniyle bir sürü şehir gördüm. Adı büyük şehirler bile gördüm İstanbul kadar insanı böyle etkileyen, bu kadar renkli, her anlamda renkli; güzellik filan demiyorum. Bu kadar büyük bir hayatın yaşandığı, bu kadar farklı farklı renklerin altlı-üstlü yan yana, inanılmaz kargaşanın olduğu başka bir yer yok. Geçende Bangkong’a gittik, orası da çok güzel bir yer. İstanbul gibi bir şehir ama daha bir model küçüğü her anlamda. Böyle şehirler şart değil ama sinema için çok zengin bir yer.

* Filmlerinizde belli bir zaman dilimini vermemeye çalışıyorsunuz. Bunun bir sebebi var mı?

Gündelik olanı sevmediğim için. O belgesel gibi, bugünmüş gibi değil de her zamana ait olan şeyler güzel geliyor… Bugün mesela bir konuşma raconu var. Bir beş senedir televizyonlarında etkilediği laflar, cümleler, kelimeler. Ama 5 yıl sonra onların hiçbir anlamı kalmayacak. Ya da 3 yıl önce bunların bir anlamı yoktu. Bu 3-5 yılın ötesinde bir varlığa ait. Ya da onların yarattığı (modacılar) trendler var onlardan uzak durmaya çalışıp, bugünmüş gibi bugünden alınmış bir parça gibi hissini vermemek için.

* Ya da izleyenlere mi bırakıyorsunuz zamanı?

Yoo, zaten oturuyor. İnsanın içindeki bir şeye oturuyor. Sadece gerçek, mesela “Kaç Para Kaç”ta bomboş bir İstanbul gözüküyor. Bomboş yani. Ama o ayrı bir etki, bir his veriyor, bir durum veriyor ama bugünün İstanbul’u bambaşka bir şey. Aynı filmi gidip bir … o zaman tamamen İstanbul’daki bir esnafın para meselesi, ay o adamcağızın başına ne gelmiş gibi bir şey olur. O İstanbul’un boşaltılmışlığı tam zamanla ilgilidir aslında. Hiçbir zamana ait olmadığı için. Sanki boşaltılmış plato gibi. Bir adam gidiyor geliyor bir insan. O bir şekilde, o şehir de burası ama işte o filmdeki İstanbul oluyor o zaman. Bizim bildiğimiz her gün yaşadığımız değil ama onun malzemeleriyle yapılmış. Dediğim gibi o anlam veriyor diye düşünüyorum sinemada. O anlam, hayatımızı anlamlandırmaya çalışan birkaç soru anlamında bir şey oluyor. Çok yüce şeyler değil yani.

* “Korkuyorum Anne”, filminizin de yapım öyküsünü anlatır mısınız? Senaryonuzun yazımı biraz uzun sürmüş galiba.

Evet onun o kısmı biraz uzun sürdü. O da kalınlığından dolayı uzun. Ama senaryo aşaması zor oldu. Çünkü filmin en zor kısmı senaryo kısmıydı. Bu filmde hikaye yoktu. Bütün bu sahneler, insan nesilleri ve korkular üzerine çok uzun süre çalıştım. Sonra işin içinden çıkamadım bir biçime sokamadım bütün bunları. Bir sürü sahne vardı mesela hala filmin içinde olan inişler çıkışlar. Yazar olan eşim Nilüfer Güngörmüş’den yardım istedim. Bir şey olur mu bundan diye. O da bir-iki şey önerdi. Ben daha önce kimseyle bu tür bir çalışma yapmadım. Senaryo filmin bir öğesi, dolayısıyla yanlış anlaşılmasını istemem ama ben çekeceğim filmi tartışamam. Nilüfer benim ne yapmayacağımı iyi bildiği için onunla çalışabilirdim. Bir süre senaryonun üzerinde çalıştı, bir şeyler önerdi, onları konuştuk. Sonra elimizdeki malzemeyle board çalışması yaptık. Bazı yerleri ayrı ayrı yapıp ayrı ayrı çalışıp karşılaştırıyorduk. Bir sene de o sürdü. Sonra bitirdik, beğenmedik ve attık. Aslında daha doğrusu o sırada bir film çıktı vizyona herhalde o film güvensizlik ve korku yarattı bizde.

* Filmin adı gibi yani.

Filmin adını hatırlamıyorum ama Amerikalı bir komedyen oynuyordu. Baba ve hafıza meselesi vardı. O filmi görünce bu artık böyle olmaz, bu kullanılmış dedik. Ama sonra madem bu kadar çalıştık ve beraber bir şey yaptık, ben yapayım bu filmi çok ağır bir şey değil dedim. Ve süreç başlamış oldu. Ona biraz imkan aradık. Tabii bulamadık. Fakat sonra süreç içinde onu da kendi paramızla yaptık. Atlantik’in son parasıyla. Sonra ona Fransa’dan SHS’den ciddi bir yardım çıktı. Sonra Amerika’dan Global Film’den parası küçük ama prestiji büyük bir yardım çıktı. Sonra bize çok yardım etti. Onun da çekimleri 10 hafta sürdü. Post prodüksiyonu bayağı uzun sürdü. Montajı da 7-8 ay sürdü. Çok değişik montajladık. Nathalie yapıyordu sonra bana veriyordu. Ben onu başka bir şey yapıyordum. Böyle böyle karşılaştırarak yapıyorduk. Ama o böyle bir film özellikle. Onun da laboratuvarını gene Belçika’da yaptık.

* Bütçesi ne kadar?

Onun da bütçesi 1.350’lerde bitti. Dolar tabii.

* Ama hazırlık aşaması biraz zaman almış değil mi?

Hepsinin öyle aslında. “Kaç Para Kaç”ın da hazırlığı uzun sürdü aslında. “Korkuyorum Anne”nin daha da uzun oldu. Çok fazla mekanı olduğu için, o binayı bulup, o binanın dairelerini tek tek boşalttırıp, onların içlerini tekrar dekore etmek, eşyalarla doldurmak.

* Orada yaşayan insanları çıkarttık dediniz.

3 daireyi çıkarttık. Tabii herkes de çıkmaz ya şansımıza öyle oldu. Bir tanesi fotoğraf stüdyosuydu. Bir tanesi evdi, öbürü de evdi. Bir de çıkartmadan kullandıklarımız oldu. Orada böyle ara ara gidip işte şurasını, burasını çektik. Ama tabii istediğimiz yerde onun olması büyük bir şans oldu. Filmin sonundaki kayayı yaptırdık. O bayağı bir dertliydi. Onun o tarz şeyleri vardı. Oyuncu kadrosu da geniş olduğu için hayvanlar, çocuklar zaman alıyor tabii. Bir de onları aynı seviyede aynı düzeyde insanlardan seçmek.

* Dağıtımını hangi firma yaptı?

Onun da dağıtımı biraz sorunlu geçti. Çünkü önce Med Yapım satın almak istedi filmi toptan. Biz tamamını vermek istemedik. Aynı tarz değiliz o nedenle istemedik. Onlar da filmi çok seviyorlardı ama anlaşamadık ve iyi ki de öyle oldu çünkü daha sonra daha birbirimizi üzecek şeyler olacaktı. Ama bu hep şeyi geciktirdi filmin çıkışını geciktirdi. Sonra Kenda dağıttı. Şu ana kadar belki de en iyi dağıtılmış filmimiz diyebilirim. Hala da oynuyor orada burada galiba. Bildiğiniz gibi ödüller aldı. Şimdi de ilk defa paralı reklam da oldu. Ben önceki filmlerimi yarışmalara sokmuyordum. Sonra o da büyük bir şeymiş hani neden yarışmalara sokmadım.

* Neden?

O biraz kibirlilikmiş diyelim, gençlik kibirliliği. Türkiye’de sokmuyordum aslında. Bildiğim insanların önüne koymak … Sonuçta da son filmimim parasının bir kısmı da oradan çıktı.

* “Korkuyorum Anne”den aldığınız ödül mü?

Evet.

* Kaç kopya gösterildi?

30 kopya. O da az iş yaptı. En son okullara falan götürdük.

* “5 Vakit” İstanbul Film Festivali’nde ödül aldığında “Korkuyorum Anne” vizyondaydı, ödül öncesi ve sonrası izleyici sayısında fark oldu mu?

Bilmiyorum ama o sırada Anadolu’da oynuyordu. Anadolu’da hala izleniyor. Şöyle bir şey var çok ilginç bizim filmlerde, durduğu ölçüde mesela geçen bir rapor verdiler, ben söylüyordum zaten öyle olur diye gerçekten de öyle oluyor. Sayı hiç düşmüyor bir yerden başlıyor ve o şekilde 10 hafta mı 12 hafta mı ne oldu aynı sayıda gidiyor. Bu adamları buluyoruz bir yerlerde. O şekilde dolaştırılır ve o şekilde izlenirse, zaten dünyada böyle sinemalar, filmde ısrar eden, bu tarz filmler satın alıp oynatan salonlar var. Bir salonda her seansta da olmasa bir yıl oynuyor ve inanılmaz rakamlara gelebiliyor. Çünkü onun bir seyircisi var ve ona geliyor. Bizde böyle imkan olmuyor. Belki İstanbul’da “Korkuyorum Anne”yi yeniden gösterime sokarız.

* “Korkuyorum Anne” New York’ta Modern Sanat Müzesi’nin daimi koleksiyonuna alınmış. Nasıl oldu?

Global film MoMA’nın yapılandırdığı bir şirket. Bir fon oluşturdular Global diye ve Amerika’da her yıl 3-5 filme yardım ediyorlar, haklarını alıyorlar. Ticari değil ama , sonra onu Amerika’da sanat kurumlarında, müzelerde gösteriyorlar. Çok da güzel amaçları var, kültürel çeşitliliğin desteklenmesi için. Kendileri için prestij de oluyor. Çok da hoş hala yazışıyorlar bizimle. Filmin Amerika’da satışı yapılırsa hemen gösterimden kaldırıyorlar yani ticari yönünü engellemek istemiyorlar.

* Oradan rapor geliyor mu size? Ne kadar kişi izlemiş?

Yok onları bilmiyoruz. Sadece internetten girince insanların film hakkındaki görüşlerini görüyoruz yalnızca. Tabii dünyanın bir ucu olunca heyecanlı geliyor. Boston’da bir üniversitede sinema dersinde işlenen filmlerden biri de “Kaç Para Kaç”mış. İzleyen öğrenciler film üzerine yaptıkları ödevlerini filan öğrenince o kadar ilginç geldi ki bana. Kaç yıl önceki film, orada bambaşka ülkenin çocukları izliyor çok hoşuma gitti.

* Filminizin ismini dağıtımcı beğenmedi diye değiştirmişsiniz. Siz mi istediniz?

Şöyle bir şey oldu. Hiçbir şeyine dokundurtmadığım için, bu Med Yapım filmi çok beğendi ve alırken şey dediler, bu sosyoloji tezi gibi ‘İnsan Nedir ki’ diye, bir de bazı insanlar bana öğretici gibi bir isim demişti. Benim için tamamen şimdi anlamı var. … anlamında. Bir alt isimi de vardı “Korkuyorum Anne” diye. Ama “İnsan Nedir ki” proje adıydı. Bir kere inatlaşmayayım dedim belki bir işe yarar diye. Şimdi herkes bana o ismi daha güzeldi değiştir diyorlar.

* “5 Vakit” filminizin yapım öyküsü nedir?

Tematik olarak diğerleriyle aynı ama gördünüz filmi o yörenin, o coğrafyanın filmi aslında. İlk defa bir coğrafyanın ruh halinin filmi. O film orada olmasa öyle olmazdı. Oranın filmi. O gök, o deniz, o köy oranın verdiği bir heyecan diyelim ona. Ben orada zamanı hissediyorum gibi bir şey, oradaki zamanı. Orada bir ev var köyde onun filmi.

* Orada gidip yaşadığınız için, orada gördüğünüz şeylerden oluşturduğunuz bir konu mu?

Teması değil. Temanın orayla hiçbir ilgisi yok o tamamen uydurma. Ama oradan bildiğim şey işte o 5 vakit ezan. O zamanın oradaki geçişi, o insanların o zamanın dışında duruşları. Aynen benim filmlerde yapmaya çalıştığım gibi. İnsanlar orada zamanın kenarında oturuyorlar gibi geliyor bana. Bizim artık o ritmin içine girmek imkanımız kalmamış ama en azından şeyi hissedebiliyor insan, ne kadar insani iklim. Burada iklim tamamen suni.

* Kozlu’da yaşayan halk nasıl karşıladı köylerinde film çekmenizi? Size yardımcı oldular mı?

Orada yaşayan halk dediğim gibi o kadar sakin, mütevazı, az konuşan, zaten bunun için de seviyorum orayı. Onlarla çok az ilişkim var. Senelerdir gidiyorum ama özellikle köyün içinden hiç geçmem. Birkaç tane çok yakınım var. Bu film ortaya çıkınca konuştuk. Son derece sakin bir şekilde yardım ettiler onun için orayı bir plato gibi kullandık. Çok da dikkatli davrandık ama tamamen her şeyimize katıldılar. Ve Allahtan da hiçbir şey de olmadı. Şeyi merak ediyorum bir ikisi biliyordu bu filmin neden bahsettiğini, ne olduğunu. Camilerini açtılar, her şeyleri yaptılar. Bu yaz göstereceğiz onlara. Merak da ediyorum. Biraz da ürküyorum yani. Ne diyecekler acaba.

* Türkiye dini inançlar konusunda çok hassas bir dönemde. 23 Nisan gösterilerinde iyi niyetle yapılan küçük bir olay bile cumhuriyete büyük bir tepki olarak algılanabiliyor. Ya da bu son Danıştay olayı. Siz de “5 Vakit”te, dini Kozlu’daki yöre halkının hayatının bir parçası olarak veriyorsunuz. Siz onu iyi yakalamışsınız insanları rahatsız etmeden.

Ama bu bizim içinde büyüdüğümüz, ister kapatın kulaklarınızı ister kapatmayın günde 5 vakit, günde 5 kere ezan okunuyor. 5 vakit lafı bile herkesi şöyle yaptırıyor. Bu da çok acayip. Şu andaki konumlarından değil gündelik problemlerden. Küçümsediğim için söylemiyorum tabii artık din konuşulmaz hale geldi. Ya da tamamen sadece o konu konuşulur gibi bir hale geldi. Benim büyüme şeklim işte gece evde mevlit okunur… benim babam subaydı ama evde İslam kültürü vardı. Anneanne vardı, babaanne vardı evde. Böyle bir şeyle büyüdük.

* Zaten o kültürden geldiniz.

Evet ama şimdi bunu yok saymak, bundan bahsetmemek, bu çok büyük bir fakirlik. O anlamda aslında çok da normal bizim toplumda bu kadar çok insan, tabii bu olanlar normal değil ama bu eğitimsizlik bu abuk-subukluk, bence bunların nedeni ne İslam ne de başka bir şey. Bence kötü anne, babaların yetiştirmeleri. Adam olamamış. Zaten filmin konusu o. Filmlerin konusu o benim yaptıklarımın. Yoksa ne İslam ne İslamcılık ne şeriat, ne Atatürkçülük bunlar zaten herkesin sonradan göğsüne taktığı bir takım sığınma rozetleri. Başka bir şey değil. Ama filmde birinci gayretim oydu yani bunun derecesini hiç kaçırmamak. Bir yandan hem var hayatımızda bir de bu terbiyeli bir şekilde. Terbiyesizlikte yapmamak. Olduğu gibi yapmak. Oğlu imamı öldürmeye çalışıyor filmimizde tuhaf bir şey oluyor. Adı “5 Vakit” deyince İslami film mi oluyor? Basından arkadaşlara sordum nasıl bulduklarını. Pek hani onların “5 Vakit” deyince bekledikleri gibi bir şey değil o. Zaman Gazetesi ve daha islami kesimde sinema yazarları arkadaşlara. Tam onları kesmese de yine de hoşlarına gitti. Çünkü o öbür taraftan hani filmin İslamcı olmadığını biliyorum ama İslamiyet bizim hayatımızda var.

* Şu an şeriattan korkuyoruz diyerek tepki gösterirken dinden uzaklaşıyorlar İslam’ı yok sayıyorlar değil mi?

Onu ben zaten tamamen şeriat istekleri kadar hoşuma gitmeyen İslamcılık kadar kötü ve kendime uzak buluyorum. Felaket bir şey o. O tam işte inancın olmadığı yerde, benim dinim yok ama ben inanlara inanıyorum. İnancım yok diyorum ama kültürel olarak bir insanın nizam intizam yani. Budistleri gördük nasıl bir üslup, varolma terbiye aşılıyor. Geçmişe ait değil bir din şeridi aynı zamanda küçümsemiyorum. Din çok önemli bir şey. Bunu böyle biz yok sayıp affedersiniz kıçı kırık bir tarihi hikaye ile bayrakla onun bunun kafasına vurmakla, kafa kopartanlarla aynı şey.

* “5 Vakit” filminizin bütçesi?

Yaklaşık 700 milyar TL.

* Başta Kültür Bakanlığı’na teşekkür ediyorsunuz, size ne kadar yardımda bulundular?

Bakanlık geri ödenmek şartıyla 100 milyar TL verdi. Teşekkür mecburi, anlaşmada var.

* Bu filmi digital kamera ile çektiniz sizce ne kadarlık bir bütçeden kurtardı? Ne kadar kolaylık sağladı?

‘Bu film zaten mütevazı bir filmdi.’ Mekanda çok iyi bildiğim, çok çalışılmış bir yerdi. Fakat şeyi öğrenmiş olduk, şehirde çekeceğimiz bir filmi mesela “Korkuyorum Anne”yi digitalle çekseydik, maliyeti %10 düşerdi. Çok önemli bütçeler bunlar. Bu sadece pelikül meselesi değil, malzemeyi de azaltıyor. Bir de bazı şeyler daha kolay oluyor. Her anlamda çok daha rahat. Sinemada ben bunun en büyük devrim olduğunu düşünüyorum. Şu an onu yaşıyoruz. Ucuzlatıyor ve sinema artık gerçekten demokratik bir hale geliyor. Yani herkesin yapabileceği bir şey olunca esas er meydanı o zaman olacak diye düşünüyorum. Sadece bir tek beceriklilerin, para bulmakta başarılı olanların hani, sinemayı genellikle onlar yaptı. İyi para bulabilenler, sosyal ilişkileri iyi olanlar, kendini iyi satanlar azıcık.

* İyi pazarlama yapabilenler, popüler filmler önerenler…

Ki bunun sonuçlarını dünyada son zamanlarda çıkan çok güzel şeyler hep böyle kendi başlarına yapabilmiş insanların işleri. Ya da hani sizin konunuz gibi bağımsız yönetmenler.

* Sizin bir de serzenişiniz var “Aldığım ödüller filmlerimin gişesine zarar veriyor” diye.

Onu başlık atmışlar. Onu bilerek söyledim, ciddi bir laf gibi oldu. Öyle oluyor sanat filmi deyip gitmiyorlarmış. Onu da bana söylediler ben de bilmiyordum ama. Şeyi hissediyorum onlar çok kurnaz seyirciler.

* Filmlerinizin ortak yanı nedir?

Benim filmlerimin ortak özelliği benim filmim olmaları. Benim hayatımda o an yaşımla, durumumla, dertlerimle aşağı-yukarı o konuların ağırlığı tabii filmimde yer alıyor; aile-baba-oğul iç meseleleri, anne-kız ama bunları ben sadece benim acılarım diye değil, ben de herkes kadar bunlardan acı çekmiş ya da çekmekteyim ama bunların insanlığın temel şeylerinden biri olduğunu düşünüyorum. “Korkuyorum Anne”nin Eskişehir’deki gösteriminden sonra, öğretim üyesiymiş galiba bana “başka filmler yapmaya korktuğunuz için mi politik değil de böyle komedi ve duygular üzerine filmler yapıyorsunuz? ” diye sordu. Bence en politik filmler bunlar. Geçmişte olayların tırmandığı dönem generallerin Demirel’e baskıları filan; bütün o generallerin, bütün o Danıştay’ı dini sebeplerle basan adamların arkasında öyle problemler var. Herkes kendi problemini önce bir halletmedikçe işte onun için o türeyen erkekler ya da erkekler daha çok oluyor, ortalığı mahvediyorlar, perişan ediyorlar, başkalarına çok zarar veriyorlar. Mesele bu. Politik film yapmak kadar, cevap vermek kadar kolay bir şey var mı? Politik film cevap. O iyidir, bu kötüdür diyorsunuz.

* Filmleriniz için ‘hepsi montaj sinemasının ürünleri’ demişsiniz. Bunu biraz anlatır mısınız?

Hikaye anlatma sanatı değil bence sinema. Montajda şunun için, iki görüntü arka arkaya geldiğinde bir duygu veriyor. Üç görüntü başka bir şey, dört görüntü başka bir şey. Sonra bunların boyları, durumları böyle ritim olarak baktığınızda bu insanı bire bir etkilemese de buradan yürüdüğünde başka bir şeye sokuyor. Bu yapı zaten, bu bir ritim. Sizi kalp atışları gibi bir şeye sokuyor. Ayrıca görüntü için montaj, seslerin ritmi, detayı onun için çok zengin ama bütün hepsi bu ritimlendirmeyle yapılıyor diye düşünüyorum. Dolayısıyla o bana heyecan veriyor.

* Sette nasıl bir çalışma sisteminiz var?

Çok rahatım. Rahat derken, ekip aynı, oyuncuların çoğu aynı dolayısıyla çok disiplinli bir setimiz var. Bence bir işin yapılma süreci, yapılan iş kadar önemlidir. O süreçte ilişkiler, o süreçte herkesin ufakta olsa bir çabasının olması, o işi anlaması, kitap okuması, içinde bir sevinç olması o film kadar önemli. Böyle olunca da, olabildiği zaman o filmin sonucu da çok yukarı çıkıyor.

* Bütçesi kısıtlı filmlerde makyöz ve sanat yönetmenine ayrılan bütçeler kısıtlı olur sizin filmlerinizde nasıl? Ne kadar bütçe ayırıyorsunuz?

Filmine göre değişiyor. “5 Vakit”te hiç önemi yoktu. “Korkuyorum Anne”de Ali’ye peruk taktık. O kayayı bulamadık çok önemliydi. Çok pahalı olmasın diye çok uzun süre çalıştık ama üzerine çıkılabilecek kadar büyük bir kaya üretmek zordu. Bütçe de belli. Kısıtlı bir bütçe içinde nasıl kısarız, kimden ne isteriz diye uğraştık. Bir de şöyle bir avantajımız var aslında, Atlantik hala reklam çektiği için, benim asistanlarım ve arkadaşlar, dolayısıyla yaptırım gücümüz olabiliyor. Onlar zaten o işlerde çalışan insanlar. Bizim ticari olmayan işler yaptığımızı bildikleri için, zaten bir sürü insan kendiliğinden para almıyor. Sadece masrafları alıyor ya da destek oluyor. “Korkuyorum Anne”deki bütün o tarz ekip buna görüntü yönetmeni filan da dahildir. “5 Vakit”te de semboliğe yakın paralar alıyorlar. Bu hem bizi rahatlatıyor ayrıca hem de motive ediyor. Sonradan “5 Vakit”in sesi için Fransa’dan bir takım sesci arkadaşları getirttik. Onlar gerçekten çok parlak insanlar orada, ama kalkıp hiçbir şey için hiç para almadan sadece yol paralarını verdik. Ve gelip çalışıp gittiler. Bunlar güzel şeyler.

* Türkiye’de sinema yapmak zor mu? Nasıl engellerle karşılaşıyorsunuz?

Her yer kadar zor. Çok zor ama her yer kadar zor. Ben dünyanın pek çok yerinde daha zor olduğunu düşünüyorum. Türkiye büyük bir ülke, daha büyük imkan var. Tunus olsaydı ülkemiz çok daha zor. Ya da bir Afrika ülkesi olsaydık.

* Türkiye’de etkilendiğiniz yönetmen olarak Metin Erksan’ı açıklamışsınız. Sadece Metin Erksan mı var?

Etkilendiğim diyorsanız Metin Erksan. Ama beğendiğim takdir ettiğim yönetmenler var. Metin Erksan’ın sinema tarzının ve sinema anlayışının tek olduğunu düşünüyorum. Beğendiğim sinemanın, yapmaya çalıştığım sinemanın, benzemese de. Ama sinemanın kendi gücünden yararlanıp, sinemasında plastik ögeler kullanması ki o zamanlar, hala tuhaf bir sinema duygusu var onda. Çok az insanda var. Yılmaz Güney’in bütün filmlerini katamayacağım ama onun da Umut filmi etkilemişti beni. Yılmaz Güney’inde çok büyük bir sinema yeteneği olduğunu düşünüyorum ama kendi gücünü başka bir yere akıttığı için, bir de o tuhaf megolomanistliği ile kendini yıkmış. İnsan değil ama sinemacı olduğunu düşünüyorum. Onun dışında şimdi arkadaşlar var çağdaş, onların da yaptıkları mesela “A Ay” zamanında ne kadar zordu benim için ama şimdi onlar o filmleri yapabiliyorlar dolayısıyla hepimiz, böyle bir sinema kabul edildi Türkiye’de. İşte Zeki Demirkubuz, Nuri Bilge Ceylan ve devamı. Ama ayrı olduğunu düşünüyorum onların yaptığı sinema ki ayrı ayrılar kendi içlerinde de benzemiyorlar. Benim sevdiğim ve yapmak istediğim şey o değil. Ama onların yaptıklarını, yapma şekillerini beğeniyorum ve destekliyorum. Bu renklilik hepimize bir alan sağlıyor.

* 60 öncesi Amerikan sinemasını sevdiğinizi söylemişsiniz. 60 sonrası Amerikan sinemasının neyi itici geliyor size? Neden sevmiyorsunuz?

60’lara kadar ki Amerikan sineması çok büyük bir sinemaydı. Sinemanın o zaman kadar ki bütün ürünü kullanılmış ve sinema bir altın çağını yaşamış. Ondan sonra bu altın çağ giderek onun üstüne konulması gereken şeyler. Dolayısıyla oradaki altın çağ ayrı konu zaten. Ne demek, neler yapacağız? Bunları belki bu sene Bilgi Üniversitesi’nde anlatacağım.

* Ders mi vereceksiniz?

Evet.

* Tüm dünyayı düşünürsek sinemasını beğendiğiniz ülke var mı veya yönetmen?

Zaten çok ülkenin bir ülke sineması bütünlüğü var. Bütünlüğü olduğunu da sanmıyorum ama bana toplam olarak ilginç gelen, etkileyen Portekiz’i çok seviyorum. En çok bağımsızlıklarını seviyorum. Ve onların ülkeleriyle öyle yüzlerini dönmüşler okyanusa son derece orijinal filmler yapıyorlar. Ayrı bir iklimde. Genel olarak onları çok beğeniyorum. Bir de tabii son zamanlarda çok doğru olmasa da Uzakdoğu Sineması’nın içinde güzel şeyler var. Ama insanların öyle kendini yerden yere attıkları filmlerden ben o kadar etkilenemedim. Ve o filmleri izlediğimde de nasıl bu kadar ses getirdiğini anlamıyorum. Var içinde beğendiklerim de… Onun dışında öyle tek tek , orada burada ……’i seviyorum, Wong Kar Wai’ı seviyorum. Bayağı da izlemeye çalışıyorum. Kısa filmcileri izlemeye çalışıyorum. Ben de bir tane yaptım ama yeni sezon da oynayacak. Yeni filme başlayacağım ama ondan önce bir tane daha kısa metraj yapmayı düşünüyorum. Yeni uzundan önce.

* Yönetmenlerin büyük bir çoğunluğu uzun metraja geçtikten sonra kısa film çekmeyi bırakıyor.

Kısa film ayrı bir format. Ben şimdi artık reklam filmleri çekmediğim için böyle kısa zamanda çabucak bir şeyler yapmak için, egzersiz için de. Ayrıca o format çok bağımsız bir alan. Çok daha expramantal şeyleri yapma imkanı veriyor. Belli bir çalışma imkanı veriyor. Benim yaptıklarım uzundan çok daha deneysel. Belli formatlara girmiyor. Göstermek için yapmıyorum böyle bir özgürlüğüm var. Ama gösterilirse de gösterilir, o güzel aslında o büyük bir şey sağlıyor. Nasıl istiyorsam, Atilla Dorsay’ın “A Ay” için söylediği gibi. Bir maliyeti yok gibi. Son yaptığım “Ekim’de Hiçbir Kere”yi 10 gün içinde yaptım kimseye de yük olmadan.

* “Ekim’de Hiçbir Kere”nin teması nedir?

Sinemada zaman/mekan araştırması.

* Filmlerinizde bireye ve toplumsal konulara eğiliyorsunuz. Psikolojiyle aranız nasıl? Felsefe, psikanaliz ve psikoloji konularında okumaya devam ediyor musunuz?

Evet ediyorum. O alanların çok içindeyim. Onların çok önemli alanlar olduğunu bildiğim için o konularda okuyorum, merakım var. Edebiyat var.

* Filmlerinizde de kullanıyorsunuz.

Evet kullanıyorum. Daha doğrusu kurtulamıyorum dönüp dolaşıp karşıma çıkıyorlar.

* “Herkese ulaşmaya çalışıyorum ama daha çok da sinemaya ilgi duyan, sinemayı seven kitlenin izlemesini istiyorum” demişsiniz.

Onlar öyle söylenmiş laflar ama tabii ki herkesin izlemesini ister insan. O izlesin bu izlemesin demez. Herkes izlesin derken izlemeyeceğini biliyorum herkesin. Ama ne kadar çok insan izlese o kadar iyi. Kimi film kolay geliyor, kimi film zor geliyor. Benim bunu ne kadar kolay izlerler dediğim onlar zor diyorlar.

* Reklamcı olduğunuz için o alanda kazandığınız paralar sinemadaki çalışmalarınızı kolaylaştırmış, imkan sağlamış. Reklamcı olamasaydınız sadece sinema yapan ve bu yolla para kazanan, kısıtlı bütçelerle ve imkanlarla çalışan bir yönetmen olsaydınız yine aynı filmleri yapar mıydınız?

Olurdum tabii. İstemediğim bir şeyi kendi alanımda hiç yapmadım, bundan sonrada yapmam. Ya para kazanmak için şu filmi yapayım da sonra yine kendi filmimi yaparıma hiçbir zaman inanmadığım için. Bu dönemlerde bana yap denilen şeyler de oldu, televizyonlar oldu. Hatta ben bir dönem bıraktım reklamı o aralarda bir yerde, Atlantik öncesi. Orada işte ne yapacağım derken o dönemde işte öyle teklifler geldi. Yeniden düşündüm, onları yapacağıma reklama yeniden başlamayı tercih ettim. O hiç olmazsa ayrı bir alan. Yapanları kınamıyorum ama o işe girince sonra başka bir şey çok zor. Orada bir şey gibi yapacaksınız veya yapmayacaksınız ama öbür tarafta zaten reklam bambaşka bir şey. Ona hiç değinmeyeyim.

* Yönetmenlerin ben onu ticari olarak yaptım asıl sinemam değil demeleri doğru gelmiyor yani…

Ben ona inanmıyorum. Onu diyebilen de pek olmuyor. Sadece şöyle bir şey var. Yönetmen bir şey için gidiyor. Sonra yapımcı bunu değiştirttiriyor, kafasına vura vura. Sinema tarihi böyle acıklı hikayelerle dolu ki en büyükleri Orson Welles’inden Rosalisine kadar böyle korkunç hikayelerle dolu.

* Plastik Sanatlardan yararlandığınızı söylüyorsunuz.

Plastik sanatlar dediğim resim, heykel ya da diğer alanları. Sinema için çok yararlı, şu an yazdığım film için (ressamla) resimle bakıyorum. Oradaki bir duygu var onu mesela o resim veriyor. Aynı şey kafamda iki tane, o resme bakıp düşününce o başka bir şey yapıyor ve dolayısıyla da bunu demek istiyorum. Bu müzikte de öyle. Bütün bunlarla beraber düşününce, yoksa alıp da adam kızı sevmiş sonra ne olmuş diye sabahtan akşama kadar 50 tane şey bulursunuz, bu başka bir şey oluyor gibi geliyor bana. Daha doğrusu benim sevdiğim filmler böyle… Sinema bütün bu alanlardan faydalanabiliyor. Sinemanın montajla bile bütün bunlardan yeni bir şey yaratma imkanı var. Ama bunların bir tanesini alıp bir hikaye anlatmaya kalkınca hiçbir şey olmuyor.

* O zaman böyle senaryosunu da kendi yazan yönetmenlerin daha fazla kaynaktan beslenmesi gerekiyor mu diyorsunuz?

Senaryosunu kendisinin yazması şart değil. Belki o benim kişiliğimle, uyumsuzluğumla ilgili olabilir gerçekten. Yoksa birisiyle çalışmakta zengin bir şey ben bunu “Korkuyorum Anne”de fark ettim paylaşmak, anlamak birisinden bir fikir gelmesi çok şahane. Onun için çok iyi tanışmak, ne yapmak istediğini bilmek gerekir. Belki ilerde olur inşallah ben de çalışabilirim birileriyle.

* Yeni filminizin konusu veya konsepti nedir?

Yeni hazırladığım filmimim temasında bu sefer aşk var. Şu an yazdığım senaryo adı İngilizce, Türkçe değil ne yazık ki. “Fallow My Ruin”. Tam onun Türkçe’sini bulamadım, benim o kadar İngilizce’yle alakam yok da bir şarkının ismiydi çok ve etkileyici geldi bana. Enkazımı izle ya da Enkazıma gel, Yıkımıma Gel, Yıkımım gibi bir şey olacak. Şehir filmi. Sert bir film olacak. Aşk derken biraz böyle aile nedir ki, koca nedir ki, karı nedir ki gibi. Ritim olarak da bundan önceki 4 filmden de farklı olacak. İlk defa aslında bir aksilik olmazsa, o da ayrı bir deneme olacak, tanınmış biri ve bir oyuncu olacak.

* Senaryoya başladığınıza göre bu kişiyi belirlediniz galiba?

Evet. Zaten bir noktaya gelmiştik. Büyük bir rol var. Bana da niye diyorlar, Hülya Avşar oynayacak. Herkes allah allah ne işin var Hülya Avşar’la diyor ama bir kere şeyi de rahatlatıyor beni şu an gişesi de yok, yok derken yani eğer uyumlu olursa ki olacağını söyledi. Çünkü tanışmıyorum, iyi bir şey olabilir, ters bir şey olabilir diye düşünüyorum. Güzel bir rol. O da moda girdi. Uzun süredir de bakıyorum her gün gazetede yer alıyor. O ruhu insan nasıl kaldırır. Delirir insan. Benim iki tane röportajım çıktı her şeye takılıyorum, üzülüyorum benim ne önemli derdim var ama o laf öyle güzel değilmiş, sizin demin söylediğiniz başlık filmlerim şöyle olsun, böyle olsun. Onlar sadece söyledikleriyle değil giyimleriyle, vücutlarıyla, gözleriyle, çocuklarıyla, kocalarıyla böyle ne kadar zor bir şey. İnsan sağlıklı olamaz böyle bir ortamda.

* Ve korkunç bir üretim içinde sinema, dergi, televizyon programı, dizi, reklamlar.

Her şey, her şey. Reklamı beni çok şaşırttı. Dedim bu kadında ne var. Geldi, konuştuk. O kadar akıllı. Beni soruşturmuş zaten. Benim için entel demişler ona. Şey demek istedi kadın ben de onu istiyorum tabii, “ne olmak gerekiyorsa olmak isterim böyle bir şeyin içinde” dedi. Öyle bir istek olunca ki disiplinli olduğunu da bilmiyorum, kendinden soyut bambaşka bir şey olabilir. Bunu niye derseniz, bilmiyorum beni çekiyor, değişik bir şey. O ilgiyle o kadar ortalık malzemesinin tüketimi gibi bir şey.

* Onu nasıl oradan çekip alıp da gündelik yaşamın dışına çıkaracaksınız?

Çekip alıp da değil, onda o yetenek var. Zaten var, bir şey o kadında. O Hülya Avşar’ın dışına çıkarmak aslında heyecanlı geliyor. Herhangi bir oyuncu gibi olursa o malzemeden bambaşka bir şey olur. Ama değilse… bence de çok güzel bir rol, hayatının kartviziti olur filmi inanırsa eğer uyumlu olursa. Onun durumuna, yaşına çok uygun, iyi bir şey olabilir. Oyuncu kadrosu da geniş. Başka bir sürü iyi oyuncu var. Yabancı oyuncu da olacak. Ama yine öyle aşk, Hülya Avşar filan deyince öyle hiç kolay bir şey olmayacak yani.

* Daha sonrası için düşündüğünüz aklınızda olan başka projeniz var mı?

Çok var. Aşk filminden sonra düşündüğüm proje yine İstanbul’da. Fakat bu aralarda bir fırsat bulursam o sözünü ettiğim tarihi film var. Onu da yine üniversiteden, tarih bölümünden bir arkadaşımla yazmaya başlamıştık. Şimdi dondurduk. O da beni çok heveslendiriyor. Daha hiç yapılmadı.

Osmanlı denilen bir şey var. Osmanlı lafının bir kadife kaftanı bile ne kadar minimalist yapsanız da, kullanımı çok hoş güzel renkler bunlar da para tabi ki. Hele benim tarzımda sinemayla bunu yapmak, yoksa normal olsa… olmayacağı için. Şimdi Derviş’te yaptı bakalım o da bir Osmanlı filmi. Biraz ondan da durdum aslında. Arka arkaya çıkınca, Ezel ve Derviş. Aslında benim ki çok farklı. Bir hikaye değil yani … sanki bir Osmanlı figürü gibi bir şey.

* Filmlerinizde kullandığınız müziklerle ilgili bilgi bulamadım. Acaba benim bulduğum kaynaklardan mı?

Benim filmlerimin en pahalı kalemi hep müzikleri oluyor. “A Ay”da en büyük telifi filmin müziğine verdik ki Vivaldi bedava bir adamdı. Ama onu ….. yönetiminden istedim ben, sağolsunlar Fransa’daki yapımcı ‘nasıl istiyorsan öyle olsun’ dediler ve oradan aldılar. “Kaç Para Kaç”ta Fashion Drop diye Alman kökenli bir grup yaptı. “Korkuyorum Anne”de Mısırlı bir keman virtiözü aslında ağırlıklı. Üç beş arp var. “5 Vakit”te, Arvo Part çağdaş klasik müzikçi Estonyalı onun haklarını hala tam olarak alamadık. Ondan da bayağı korkuyorum pahalı olacak diye. Bu aşk filminde daha çok keyifli olacak. Belki de bütün bunların bir ortak özelliği var hiç birine müzik yaptırmadım. Şöyle oluyor, ben bunlara müzik de yazdırmaya çalıştığım için sonra yaptırmaya geçemiyorum. Belki güvendiğim, sevdiğim bir insan bilmiyorum. Onun da ayrı bir zevk olduğunu biliyorum. Belki bundan sonra bir şeyler yaptırabilirim.

(22 Mayıs 2006)

Serpil Boydak

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Düşüncelerinizi bizimle paylaşın