Pages

19 Nisan 2013 Cuma

Carlos Reygadas ile röportaj


'Basit ve sıradan filmler çekiyorum'
Kerem Akça, 32. İstanbul Film Festivali’ne konuk olan Carlos Reygadas ile görüştü

Meksika sinemasının genç kuşağının önemli auteurlerinden ve minimalist sinemanın son 10 yılına damga vuran isimlerden Carlos Reygadas, kariyer ivmesiyle kendini ispatlamış bir yönetmen. Katolik Kilisesi, muhafazakar aile tablosu, cinsellik, ölüm gibi kavramları çerçevesine alırken bunları Dreyer, Bergman ve Tarkovsky’yi bir araya getiren beklenmedik-tartışmalı imgelerle örülü bir üslupla yoğurmasıyla dikkat çekmiştir. Özellikle “Sessiz Işık” ve festivalde gösterilen “Karanlıktan Aydınlığa” onun sinemasını kavramak için iki arşivlik yapıt olarak görülebilir. 32. İstanbul Film
Festivali kapsamında ‘Gerçek Mucizedir: Carlos Reygadas’ adlı iki kısa dört uzun metrajlı filmden oluşan bir retrospektifle seyirci karşısına çıkan, bunun yanında Sinema Dergisi moderatörlüğünde bir master class da veren yönetmenle bir araya geldim. Kendisinin ‘sinema denilen şeylerin çoğu sinema değil. Bunlara film tiyatrosu veya resimlenmiş tiyatro denebilir.’ gibi aykırı laflarının sırlarını araladım.

1971 doğumlu Carlos Reygadas için belki de Hollywood’da Alfonso Cuarón, Guillermo Del Toro ve Alejandro González Iñárritu ile bilinen Meksika sinemasının en sıra dışı, en entelektüel ve en yaratıcı ismi denebilir. ‘Gerçek bir auteur’ tanımıyla anılabilecek yönetmenin, Yeni Meksika Sineması akımının yönetmenlerinin arasına sokulması da gayet doğaldır. O koldan özgün bir taban bulurken genelde cinsel içeriği yüksek sahnelerin tartışılmasıyla ve minimalist stilinin zorlayıcılığı ile akılda kaldığı söylenebilir.

“Japon”un (“Japón”, 2002) yaşlı kadın bedeninin çıplaklığını ve atların cinsel ilişkisini göstermesinden “Karanlıktan Aydınlığa”nın (“Post Tenebras Lux”, 2012) grup seks sahnesine kadar öyle bir üne sahiptir. İlk filmiyle Cannes’da ‘Altın Kamera: Özel Mansiyon Ödülü’
kazanan yönetmenin, sonrasındaki üç eseriyle orada Altın Palmiye yarışmasına girip ‘Jüri
Özel Ödülü’ ve ‘En İyi Yönetmen Ödülü’ne ulaştığı görülebiliyor. Bu da onun vizyonunu
kanıtlarken, saygıdeğerliğini de arttırmayı ihmal etmiyor.

Reygadas’ın sinemaya karşı olan nefretini ve olağan tanımlardan uzak kalmasını özetleyen
söyleşide ise önyargıları ve bildik tanımları devre dışı bırakan anlayışının sırlarını aralaması
gayet doğal. Auteur kimliğinin kendisine gelen tepkilere uzanan röportajdan çıkan sonuç da
büyük bir ustanın geldiği yönünde kanımca. Zira büyük yönetmenler, kendi yaklaşımlarını
kabul ettirme yolunda inatla adımlar atıp etrafındakileri umursamazlar. ‘Palyaço veya
provokatör değilim’ ve 'basit ve sıradan filmler çekiyorum' cümleleri bile bunun için yeterli!
Geleceğin ustalarından olması garanti gibi duran Carlos Reygadas’la 30 Mart-14 Nisan
2013 tarihleri arasında düzenlenen 32. İstanbul Film Festivali’nin son günlerinde bir söyleşi
gerçekleştirdim.

‘YENİ MEKSİKA SİNEMASI TAMAMEN UYDURMA’

Meksika’da Yeni Meksika Sineması adlı bir akımdan söz ediliyor. Son 20 yılda Alfonso
Cuarón, Arturo Ripstein ve Alfonso Aaru’nun önderliğinde ülkede bir yükseliş olduğu
kabul ediliyor. Sizi de Iñárritu ve Eimbcke ile beraber bu eğilimin ikinci kuşağına dahil
edebilir miyiz? Onlarla bir fikir birliğiniz var mı?

Böyle bir ideoloji yok. Yeni bir dalga da yok. Bunlar sinema yazarlarının yarattığı şeyler.
Ortada sanatsal veya politik bir yaklaşım yok. Çeşitlilik, özgürlük ve güzel kişisel bağlar var
sadece.

Anladım. Onlarla daha gevşek bir bağınız olduğu söylenebilir mi?

Evet Dogma gibi bir şey yok yani. Guatemala veya Arjantin’de doğsam, yine öyle düşünürler
miydi bilmiyorum.

Bugünlerde akımlar böyle plansız, birlik haline gelmeden işliyor maalesef. Dogma belki
tek istisna. Fransız Yeni Dalgası ve Yeni Alman Sineması da geçmişten en belirgin
örnekler.

Bugün Yeni Arjantin Sineması diye bir şeyden söz ediliyor. Uydurma o da bence.

Evet ama Iñárritu bir kenara Eimbcke, Naranjo, Escalante gibileri neredeyse hep aynı
yönetmenlik stillerine sahip. Uzun kaydırmalı çekimler, sessizlik, tartışmalı meseleleri
öne çıkarma algısı ve minimal bir bakış açısı... Aynı zamanda Enrique Rivero da bir
sonraki jenerasyon olarak bunların arkasına eklenebilir. Meksika sineması ise ‘Carlos
Reygadas’ ismiyle birlikte tartışmalı meseleler, cüretkar bir yaklaşım ve yeni bir
yönetmenlik üslubuyla gelişmeye başladı.

Emin değilim. Bence onlar Meksikalı olduğu için böyle bir bağlantı kuruyorsun. Escalante ve
Naranjo farklı. Naranjo “Miss Bala”da Scorsese gibi mesela.

Evet ama Iñárritu ve siz sanki ayrı ayrı kuşaklar açtınız gibi gözüküyor.

Belki..

Dünya sinemasında da...

Ama dünyada beş stil var. Türkiye’de Nuri Bilge Ceylan Amat Escalante’nin üslubuyla aynı
görülebilir. En fazla benimkiyle... Bir şekilde bağ kurulacaktır.

Ceylan sabit kamera kullanıyor. Sadece son filminde kaydırmalı çekimlere geçti. Mesela
Ozu ile Mizoguchi veya Bresson ile Angelopoulos arasında da buna benzer bir ayrım
yapılabilirdi. Tabi “Karanlıktan Aydınlığa”da kaydırmalı çekimler biraz dizginlenmiş,
en azından kısalmış gibi. Bunu sorarken onu da not düşmek lazım.

Duruma göre değişiyor. Dürüst olmaya çalışıyorum. Katılmayabilirsin. Ceylan sabit veya
hareketli kamera kullansa da aynı stile sahip. Aynı stil Escalante’de de var. Sabit veya
hareketli fark etmez. Bana göre “Tanrıkent”e veya “New York Çeteleri”ne daha yakın
Naranjo. Meksikalılar sadece vizyona giren filmlerin yüzde üç veya beşinde kendi ülkelerinin
üretimlerini izliyorlar. Diğerleri yabancı oluyor. Ben belirgin bir etkilenme olduğunu
düşünmüyorum. Aynı okula gitmiyoruz. Ama belki de haklısındır.

Latin Amerika sinemasında özellikle Arjantin, Brezilya ve Küba sinemalarının bir geleneği vardır. Ama Meksika sineması tarihte sanatsal bir yaklaşımla çok karşılaşmamıştı. Bunuel ve Jodorowsky’nin ülkede film çekmesi belki de önemli bir ayrıntıydı. O yüzden söylüyorum. Brezilyalı veya Arjantinli, Meirelles, Sorin veya Martel olması önemli değil. Benim üstüne basmak istediğim böyle bir geleneğin Meksika için yeni gözüktüğü. Bununla ilgili ne düşünüyorsunuz? Güney Amerika sinemasının tarihinde böyle bir durum olması sizi cesaretlendiriyor mu, serbest hareket etmenize olanak tanıyor mu? Üzerinizde pozitif veya negatif nasıl bir etki yaratıyor?

Ripstein 60’lardan beri film çekiyordu. Başkaları da var. 2000’lere kadar az kişi vardı. Aynı
eğitmenlerle kendini geliştiren yönetmenler vardı. Birbirinden çok farklı işler görüyorduk.
Şimdi daha çok film yapılıyor. Aynı okuldan gelmiyorlar. Sistem kişisel ve bağımsız
prodüksiyonları desteklemeye açık. Çeşitliliğin belirgin hale gelmesi durumu değişti.





‘FİLM SADECE BİR ARAÇ’

Yönetmenlik stilinize bakınca sanki Dreyer, Tarkovsky ve Bergman’ın üslupsal etkisinin
Harmony Korine’in cinselliğe yaklaşımıyla bütünlendiği gözüküyor. Bu konuda ne
düşünürsünüz?

Belki... Her türlü yorum yapılabilir. Senin stilin şudur veya budur diyebilirim. Öyle
düşünmemiştim açıkçası. Ama o tanımla adlandırmak doğru da olabilir. Her şeyi kategorize
etmeye başlarsak gerçek yaşamdan da benzer örnekler verebiliriz.

Yeni bir yönetmenlik geleneğiniz var. O da, şiirsel, hipnotik, minimalist gibi sıfatlarla
bağlantı kuruyor. İçinde fazlaca esin kaynağı bulundurmayı da ihmal etmiyor.
Kopyalamaktan bahsetmiyorum elbette.

Emin değilim. Evet tabii ki anlıyorum. Ne diyebilirim...

Bütün filmlerinizde farklı formatlar veya peliküller kullandınız. “Japon”da 16mm
ve 2.35:1, “Cennette Savaş”ta 35mm ve 1.85:1, “Sessiz Işık”ta 35mm ve 2.35:1,
“Karanlıktan Aydınlığa” ise 35 mm ve 1.37:1 TV formatı... Bunun sebebi nedir, her
hikayenin farklı bir görünüşü olması mı?

Kesinlikle. Ben bir ressamım. Şehir görüntüsünü, peyzajları, kır görüntüsünü başka başka
yorumlayabilirim. Film benim için bir araç.

O zaman değişmeye devam edecek mi?

Evet. Yorumu filmin kendisi yapar.

‘SEKS SAHNESİ ÇEKMEK SAPIKLIK DEĞİL’

İlk iki filminiz daha tartışmalı olmuştu. Bunun da sebebi cinsel içerikli sahneleri ve
hayvan zulmünü özellikle öne çıkarmanızdı. Ama son iki filminizde Meksika’nın tutucu
toplumunun dini geleneklerine odaklanan, Katolik Kilisesi’ne bağlılığın yol açtığı
yozlaşmayı eleştiren, Bergman ve Dreyer’e yakın bir yaklaşım devreye giriyor. Bu
olgunlaştığınızı mı gösteriyor? Yoksa kırsal hayatın pastoral manzaraları veya şehir
yaşamının mimarisine göre mi değişiyor?

Bununla ilgili bu kadar derin düşünmemiştim. Ama benim olgunlaşmamla alakalı. İlgi
alanım değişiyor. 16 yaşındayken farklı, 17 yaşındayken farklı, 25 yaşındayken farklı şeyler
yaparsınız. Başka şey değil. Bu, kim olduğunuzu ortaya çıkarır. Doğal olarak olan bir şey.

Bir gün uyanıyorsunuz ve öyle bir gelişmeyle karşılaşıyorsunuz. Mesela bugün “Sessiz Işık”ı
yeniden çeksem bunun karşılığı senin söylediğin ‘yeni üslup’ olur mu? Ondan emin değilim.
Değişebilir. Yürümen de değişiyor. Bunu doğal olarak, akışa bırakarak canlandırırsanız daha
sağlıklı bir kariyeriniz olur. Yoksa kopyalama ve çalma başlar.

Ben öyle düşünmesem de sizi genelde tartışmalı bir figür olarak biliyor insanlar.
“Japon”daki yaşlı kadın ile genç erkek ilişkisindeki çıplaklık boyutu, atların cinsel
ilişkisi, “Cennette Savaş”taki cinsel içeriği yüksek sekansların garipliği, “Sessiz Işık”ın
sonundaki lezbiyen öpücük ve “Karanlık Aydınlığa”daki grup seks sahnesi derken
liste kabarıyor. Bu normal mi sizce de? Gaspar Noé çok tartışmalı bir figürdür şiddeti
kullanması sebebiyle. Ama sizin de onun yerine konulmanızla ilgili ne düşündüğünüzü
merak ediyorum açıkçası.

Ben düşünmüyorum öyle. Bence ben cinsel açıdan belgelenmiş şeyleri yapmıyorum. Herkesin
yaptıklarının tersine odaklanıyorum. Gelenekselliği bozuyorum. Normalde karı-koca
cinsel ilişkiye girer. Ama bu gerçek hayatta öyle değil. İnsanların yüzde 25’i farklı şeyler
yapabiliyor. Kadınlarla, köpeklerle seks yapabiliyorlar. Bunu bir filmde gösterince sapık
oluyorsunuz. Ama normal bir konu varsa çok kolayca şok etme şansına sahip olabiliyorsunuz.
Bu delice. Ben basit ve sıradan filmler yapıyorum. Bu yaptıklarım kaynağına başkalarının
hikayelerini, yüzlerce kez anlatılan öyküleri almıyor. Bunların bir koda sokulmasını
istemiyorum. Benim kendi deneyimimden gelmesini istiyorum. Politik açıdan doğru olup
olmamasını umursamıyorum.

Pasolini, Haneke gibi isimler de öyle zaten.

Pasolini öyle. Haneke ölçüsüz filmler yapıyor. Bu çok fazla olmuyor. İnsanların birbirini
öldürmesi başlı başına tartışmalı. Ama o içeriği bir sınır koymayınca ya da görüntüleri
sansürlemeyince ister istemez çok tartışmalı bulunuyorum. Palyaço veya provokatör değilim.

‘KENARLARI İNCELTİLMİŞ BİR LENS KULLANDIM’

Sizin jenerasyonunuzdan bir başka auteur yönetmen daha var. Sizinle üslup açısından
biraz ayrışsa da cinselliği yıkıcı ve çiğ olarak kullanmasıyla akrabalık kuruyor.
Avusturyalı Ulrich Seidl’dan bahsediyorum. Onunla ilgili ne düşünüyorsunuz?

Çok seviyorum. Seidl da normal filmler yapıyor. Deli insanlar hakkında hikayeler anlattığı
düşünülüyor. Bunu da anlayamıyorum. Seidl, Avrupa’nın gözü açık yegane yönetmenlerden
biri. Özellikle de son filmlerini izleyince gerçek hayatta olanlara baktığını ortaya çıkıyor
bence. İnsanlarla alay ettiği düşünülüyor. Ama tam tersi bence. Kimsenin sıradan filmlerde
görmek istemediği insanlarda onun gözü. Bence Seidl çok büyük bir sanatçı. İlgiyi
insanların görmeyi reddediklerine çekmek kolay iş değil! Bazı aptal izleyicilerin ona filmler
sonrasındaki soru-cevap söyleşilerinde ‘bunu izleyince insanlar ne düşünür?’ demesi garip
geliyor. Bana da ‘Nicole Kidman senin filmini izleyince ne düşündü?’ diye sorabilirler o
zaman! Onların dedikleri kimin umrunda. Sıradan insanlar. Seidl, müthiş bir yönetmen.

Tarkovsky’nin filmografisi gibi her virajda farklı bir heyecan veren bir filmografiniz
var. Bu filmde “Karanlıktan Aydınlığa”da 1.37:1’i kullanırken sessiz sinema döneminde
pelikülü elle boyayarak yapılan ‘yanları flulaştırma’ efektini kullandınız. Buna benzer
numaraları Sokurov da “Ana ve Oğlu” ve “Faust”ta uygulamıştı. Bunu günümüzde
nasıl yaptınız?

Özel bir lens var. Onun etrafını cilaladım.

Balık gözü mü?

Normal bir objektif. Lensler eğimlidir. Bir aletle lensin kenarlarını incelttik bu yanılsamayı
yaratmak için. Mesela burada bir pencereye bakıyoruz ve orada yansıma görüyoruz.
Aynadaysanız çocukken de gerçeklik başka bir boyuta geçebilir. Standart bir sinema
filminde tek tarafı görürüz. Ama kadrajın başka yolları da var. Ana çerçevenin görünümünü
çarpıtabilirsiniz. Olağan görüntüler böylece ortadan kalkar. Sokurov da böyle şeyler yapıyor.
Onun sinemasını severim.

Bu lens kullanımı kenarlarındaki flulukla cehenneme veya arafa açılan bir kapı
anlamına mı geliyor?

Hayır. Belki... Bu sizin bazı şeyleri başka boyuttan görmenizi, başka şekilde hissetmenizi
sağlamak içindi.

Sizin şirketinizde çalışan Sebastian Hofmann da benzer bir lens çalışması yapmıştı bu
sene çektiği “Halley”de. O film hakkında ne düşünüyorsunuz?

Evet evet sadece belli açılardan takdir ettim. Genel anlamda beğenmedim.

Şaşırmadım. Özellikle dramatik yapısı açısından beğenmemeniz normal.

Bir “Sinek” hikayesi. Daha önce görmüştük. Özgün değil. Sen beğendin mi?

Ben beğendim. Bu stili kullanırken tavizsiz bir şekilde bir zombinin bakış açısına
uyarladığını düşünüyorum. “Halley”i alt türün gelenekleri genelde farklı olduğu için
takdir ettim.


KEREM AKÇA / ÖZEL RÖPORTAJ
keremakca@haberturk.com

kaynak: haberturk.com

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Düşüncelerinizi bizimle paylaşın