Pages

28 Aralık 2012 Cuma

Müslümanlar sinemanın önlemini anlamış değiller


Ramazan geldi, bizler yine Çağrı filmi dışında dinimizi anlatan başarılı bir film üretilmemesinin sıkıntısını yaşamaya başladık. Özellikle Türk sinemasının bu konudaki yetersizliği en büyük problem olarak karşımıza çıktı. Biz de sinemamızda inanç filmleriyle kendine sağlam bir yer edinmiş yönetmen Mesut Uçakan ile konuştuk. Ünlü yönetmenin röportajı çok önemli konulara parmak bastığı kadar dürüstlüğü ile de dikkat edilmesi ve örnek alınması gereken bir sohbet oldu. İşte sinemamızın kendi değerlerimize uzak kalmasının sebepleri üzerine doğru bir tartışma...

Ramazan ayındayız ve her Ramazan’da Çağrı filmi mutlaka gösterilir. Türk sineması olarak bu ayarda bir film niye yapamadık?

Çağrı filmi ilk çıktığı zaman gerçekten çok büyük ses getirdi. Biz de bunu mutlaka düşünmüşüzdür neden diye. Tabiî ki bunun birçok nedeni çıkar karşımıza. En temel sebebi Çağrı filminin yapımında gerçekten bir dinin duygusunun, heyecanının olmasıdır. Bizi o zamanlar götürdüler Halep’e, Şam’a , Çağrı filminin yönetmeni Mustafa Akkad’ın okuduğu yerleri görmemiz için. Orada da görüyorsunuz bu adam Amerika’ya giderken hep kendi inancının sesi olmak gibi bir heyecanı taşımış. Halbuki bugün içi boşaltılmış bir neslin yansıması olarak da sinemamızda karşımıza Recep İvedikler çıkıyor. Bunu çeken arkadaşlara ben bir şey demiyorum. Ama bu filmlere bu kadar insanın ilgi göstermesi gerçekten Türk toplumu adına çok utanç verici, hüngür hüngür gözyaşı döktürücü bir olay bence.

Sinema aynı zamanda büyük bir propaganda aracı. Türk sineması bundan niçin yararlanamıyor?

Şimdi burada mesele propagandanın iyisini kötüsünü yapmak değil. Propaganda kötüdür. Şunun farkına varmak lazım. Bizde maalesef öyle bir dönemdeyiz ki fikir adına ne söylerseniz propaganda olarak damgalanıyor. Siz isterseniz onu bir şaheser gibi anlatın ama öyle anlaşılmıyor. Yani Nuri Bilge Ceylan filmlerinde düşünün ki İslamcı bir insanı ele alsın ve ona dini inancının gereği cümleler kullandırsın. Benim Akif Hoca’da yaptırdığım gibi, “İslam şudur, şöyledir” gibi... Dindar adamın onları söylemesi gerekiyor. O da propaganda olmaz mı? Ama olması gereken bu değil. Ayırt edilmesi gereken şu; herkes inancını anlatabilir, kimisi Marksisttir, kimisi Hristiyandır, ben de Müslümanım. Sen anlat, ben de anlatayım. Ama mesele o değil, mesele ustalık. Filmin omurgası nasıl, sinema dili nasıl, kamerası, çerçevesi kurgusu nasıl? Bunlara bakılır. Bunlar iyi değilse ucuz bir iş olur. Bizim yaptıklarımıza eğer propaganda derseniz yeryüzünde propaganda olmayan 3-5 filme zor rastlarsınız. Siz mesajınızı kör parmağınızı kör gözünüze verirseniz bu propagandaya dönüşür. Bunun dozajını ayarlamada bizim insanlarımız doğru bir çizgide değiller. İnsanların görüşleri uyuşmuyor. Çünkü biz öyle bir nesiliz ki, fikir olarak, estetik olarak çok parçalanmışız. Bir filmi ortaya koyun, 10 entelektüeli bir araya getirin kavga çıkar. O filmin kalitesi hakkında anlaşamazlar.

Siz inanç sinemasının çok önemli bir ismisiniz. Bunu kabul ediyor musunuz?

İslamcı, dinci sinemacı gibi yaftalar yapıştırabilirler ama ben kavramları pek kabul etmiyorum. Sadece ben Müslümanım ve inancımın hassasiyetini taşıyan biriyim. Böyle bir kişi de sadece sinemada değil hayatının her alanında bu kimliği yaşayabilir, yansıtabilir. Hayatının her hücresine bakışında, her davranışında bir ölçüsü vardır. Ben de bunu yapma çabasındayım.



Dönemimize bakıldığında bütün Müslüman coğrafyasının kendisini bir şekilde ifade etmesi gerekiyor çünkü sonuçta haksızca bir sürü niteleme oluyor. Burada kendini ifade etmek zorunda olan Müslüman coğrafya içinde Türkiye de var. Siz de sinemamızın bu hassasiyeti taşıyan en bilindik yönetmenlerindensiniz. Bütün bunların eksikliğini hissetmiyor musunuz?

Çok büyük şekilde hissediyorum ve bunun acısını da yaşıyorum. Çünkü hala Müslümanlar sinemanın önemini anlamış değiller. Daha yeni bir iki kişi kendini gösteriyor. Bu işe köklü bir yatırım yapayım diyen kurum, şahıs yok. Bizim dilimizde tüy bitiyor bunları anlatabilmek için. İkincisi az önce sözünü ettiğimiz şekildeki Türkiye’de sekülerleşme az ya da yoğun şekilde kendini gösterdi. Çünkü bu camia yılladır bastırılmış, itilmiş kakılmış her türlü ifadeden hapise atılan, kurumlara alınmayan bir konumdayken iktidara geldi, paralara kavuştu. Ama Müslüman’ın parayla, iftiharla imtihanı zordur. Orada inanç hassasiyetini taşıyanlar çok azaldı. Maalesef onların arasındayken bu eleştiriyi yapabiliyorum. İkincisi de bu işin içinde makam, şan, şöhret olursa işin içine insanın nefsi girer. Çıkarlar başlar. O çıkarlar da ortaya çıktığında idealist düşünceye yer kalmıyor, çıkara dönüyor iş. Benim bunu somut örneklerle de kanıtlayacak çok ismim var ama bu da benim inancımda olmadığı için yapmıyorum.

Gelecekte bir projeniz var mı?

2007 yılında Anka Kuşu’nu çekmiştim. Filmden önce yine bir 7-8 sene boşluğum olmuştu. 28 Şubat’ın sonuçları bana da yansıdı. Ama 10 sene sonra dönüp bu filmleri yapmak istediğimde doğrusu sinemadan çok uzak kaldığımı, bırakın değişen izleyici profilini, sinemanın kendi teknik şartlarının bile değiştiğini gördüm. Ama doğru okuyamadım. Bir takım yanlış çalışmalar yaptım. Bu şu anlama geliyor, bizim daha önce yaptığımız kült filmler seyirci rekorları kırarken bu filmler hiç iş yapmadı. Her şey çok değişmişti. Böyle olunca biz çok büyük borçlar altına girdik. Hala o borçlardan toparlanma sürecindeyiz. Ben 10 yıl sonra döndüğümdeyse, fakir bir genç gibi yine beş parasızken bile mücadele etmem gereken konumdaydım. Benim sinemayı bıraktığım zamanlarda dolby stereo yoktu Anne ya da Leyla genelde mono olarak seslendirilirdi. Projeksiyon makineleri buna uygundu, benim de param yoktu. Ben de mono kayıt yapmak zorunda kaldım çaresiz. Antalya’ya öyle gönderdim. Aspendos’ta galası oldu. Başka bir filmi seyrediyorum devasa bir sesler var, seyirciyi alıp götürüyor. Benim filmim oynadı, öndeki sıralardakiler filmi zor duyuyor. Tabiî ki sonucu nasıl olabilirdi, felaket. Böyle bir süreçten dolayı yıkım yaşadım. İnsanlar dağ fare doğurdu dediler. Bu yüzden bizde bir yıkım oldu.  Şimdi bu hatalarımızdan arındık. Ama belli imkanları bulmak bir sorun. Ben de onları ayarlamaya çalışıyorum. 2010’da İstanbul Kültür Başkenti adına bir dramatik belgesel çalışmam oldu, başka ciddi bir çalışmam yok. Elimde bazı projeler var fakat sürecin uygun olmasını bekliyorum.

Sizin bir açıklamanız olmuştu ve bu çok tartışıldı. Sinemada mini etek pornodur?

Bunun oturduğu yeri anlayabilmek için benim düşünce dünyamı çok iyi anlamak gerekir. Oysa mevcut ortamda gördüğüm kişiler çok sığ, çok yetersiz. Kelime dağarcıkları, onlara yükledikleri anlamlar yetersiz. Ben onlara ne desem tersini anlayacaklar. Ben orada çok sivri bir çıkış yaptım. Gerçekten insana değer verilen bir ortam oluştuğu zaman bırakın mini etek giymeyi uzun eteğin azıcık sıyrılması bile çıldırtıcı bir pornodur. Biz onu söylerken hayatı biçimlendiren kelime ve kavramları sorgulayalım, anlayalım diye söyledim. Ama bu sınırları kim koyuyor? Bu benim için pornoyken başkası için çok doğal bir şeydir. Bu bakışla alakalı. Bunu doğru anlayabilmek için pek çok soruyu cevaplandırmak lazım. Çünkü bu konular beş, altı bilinmeyenli denklem gibidir. İnsanların önce toplama, çıkarmaları anlaması lazım. Böyle olunca benim söylediğim günümüz anlayışına ters. Ben şunları hatırlıyorum, eskiden filme giderdik kadınlar kapalıydı. Mini etek giyerlerdi dehşet bakılırdı. Zamanla etek de yetmedi iç çamaşırları gösterilmeye başlandı ama hepsine alışıldı. Yani insanlar dozaj olarak alıştırılıyorlar bir yerden sonra. Alıştıkları dozaj onlara normal geliyor. Ama hiç görmeyen için o bir gram bile felaket, bunu böyle anlayın. Bunu her türlü toplumu çarpıtan şeylere uygulayabilirsiniz.  O yüzden ben bu işin bir gramına bile tahammül edemeyen biriyim. Bir vatandaş Hz.Ömer’e gider “Seninle bir konu konuşacağım” der. O da “Şahsi bir konu mu” diye sorar. “Evet bir konuda danışacağım” diye cevaplar. Mum yanarken mumu söndürür, başka bir mum yakar ve “Şimdi konuş” der. Vatandaş “Niye böyle yaptın” dediğinde, “O devletin mumuydu, onu kullanmak olmazdı” der. Ben böyle bir dünyadan bahsediyorum.  Daha ne örnekler verebilirim size. Eskiden köşelerde sadaka taşları olurmuş, insanlar oraya sadakalarını bırakırmış, ihtiyacı olan da oradan ihtiyacı kadar olanını alırmış. Kimse görmesin diye böyle yapılırmış. Böyle bir dünya var. Bu çarpık dünyada bunlar masal gibi geliyor ama yaşanmış bunlar, masal değil ve asıl medeniyet bunlar.

Röportaj: Serdar Akbıyık
kaynak: populersinema.com

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Düşüncelerinizi bizimle paylaşın