Pages

23 Mart 2012 Cuma

Ülküsüz Sinema-Sinemasız Ülkücüler


Bundan 15 yıl önce, Ülkücü yayın organlarından birinde,bir köşeyazarımız, o yılların ünlü filmi “İlkkan-Rambo” filmini övüyor ve herkesin bu filmi seyretmesi gerektiğini söylüyordu. Şimdi bile televizyon ekranlarında, devam filmleriyle (Rambo 2, Rambo 3, Rambo 4) birlikte gösterilen “İlkkan”ı niçin herkes seyretmeliydi?

Rambo ve Ülkücüler 
Başrolünü Slyvester Stallone’nin oynadığı “İlkkan”, Vietnam’da savaşan bir Amerikan askerinin ülkesine dönüşünü ve gittiği kasabada akılalmaz hakaretlere ve muamelelere uğrayışını anlatıyordu. Özellikle kasabanın şerifi inanılmaz bir kin ve nefret duygusu içinde Rambo adlı askerin üzerine üzerine gidiyor ve ona olmadık eziyetlerde bulunuyordu. Sonunda Rambo isyan ediyor,dağlara kaçıyor ve -kendi kanunlarının hüküm sürdüğü- bu dağlarda kasabanın şerifine ve güvenlik güçlerine karşı bir savaş başlatıyordu. Filmin sonunda Rambo, eski komutanına, gözyaşları içinde şunları der: “Ben Vietnam’da ülkem için, vatanım için savaştım. Ama buraya, kendi ülkeme geldiğimde havaalanında hakaretlerle, küfürlerle karşılaştım. Niçin? Niçin? Niçin?..”
Bu filmin ülkemizde gösterime girdiği tarih 1981-82 idi. Yani, 12 Eylül darbesinin henüz sıcaklığını ve etkisini sürdürdüğü günlerdi. Darbeyi yapanların da bugünlerde ifşa ve itiraf ettiği üzere, bu darbe komünistlere karşı yapılmıştı; ama meşhur “denge” formülü gereği, Ülkücüler de komünistlerle aynı kefeye konmuş, “vatan hainleri” ile bir tutulmuşlardı. Aynı “Rambo” filminde olduğu gibi, vatanı için,ülkesi için, milleti için, devleti için mücadele eden Ülkücüler, yine devlet tarafından hakaretlere uğruyor, akılalmaz muamelelere tabi tutuluyordu.
İşte, bu “Rambo” filmini, o zamanlar, biraz biraz biz Ülkücülerin hikayesiyle benzerlikler taşıdığı için olacak, farklı gözlerle izler ve değerlendirirdik. O, halkı, polisi ve askeri tarafından horlanan ve yaptıklarından dolayı “suçlanan” Rambo ile kendimizi özdeşleştirir ve o zamanlar -biz dışarıdakiler- içimizdeki kızgınlık, isyan ve öfke duygularımızı ancak ve ancak bu sayede dışa vurabilirdik...

Sinemamız olmadı 
Çünkü, bizi, bizim hikayemizi,bizim davamızı,bizim mücadelemizi anlatacak bir “ÜLKÜCÜ SİNEMA”mız olmadı asla. Saman alevi birkaç istisna hariç ne 12 Eylül öncesi, ne sonrası bir sinemamız olmadığı için işte bizler başkalarının çektiği filmlerle kendimizi özdeşleştirerek tatmin olmaya çalıştık. Maalesef hala da aynı yanlışın içinde,başkalarının yaptıklarıyla kendi ideolojimize beyhude “altyapı”lar hazırlamaya çalışıyoruz. Geçenlerde bir gazetedeki köşe yazarlarından biri de son günlerin popüler filmi “Köstebek”i övüyor ve ülkemizde son ayların önemli tartışma konusu olan “devlet için çalışanlar”ı kötülemeden önce bu filmi mutlaka seyretmemiz gerektiğini belirtiyordu. Dağda eşkıya peşinde koşan Özel Tim’cileri yok etme projesinin, solcu medya tarafından olabildiğince uygulamaya sokulduğu şu günlerde,yine bir Amerikan filminden medet ummak, süregelen yanlışlığımızın ve acizliğimizin bir göstergesidir.
Oysa, bu filmleri bizler yapmalıyız. Biz Ülkücüler...

İlk ve tek örnek 
Hatırlayın, 12 Eylül öncesi “Güneş Ne Zaman Doğacak” adlı bir filmimiz vardı. Sovyet cehenneminden ülkemize kaçan ve fakat yine hükümetimizin “politikası” gereği tekrar bu cehenneme iade edilirken sınırda katledilen soydaşlarımızın hikayesi anlatılıyordu bu filmde. Bu gerçek olay çerçevesinde, 12 Eylül öncesinin Türkiye’sinden panoramaların verildiği bu film, birçok eksikliğine rağmen bizim filmimizdi,bizi anlatıyordu. Seyrederken içimizin kıpır kıpır ettiğini, heyecanlandığımızı hissediyor ve elbetteki gururlanıyorduk. Nihayet bizim de bir filmimiz olmuştu!
Yine hatırlayın ki bu film ne zorluklarla çekilmişti. Film çekimi sırasında setler basılmış, oyuncular tehdit edilmiş, filmin dağıtımı engellenmeye çalışılmıştı. Çünkü, o film “Ülkücü” bir filmdi. Her ne kadar pür-ülkücü bir film, daha doğrusu tam anlamıyla ülkücü propagandaya yönelik bir film olmamakla birlikte,yine de bize ait bir filmdi ve bu film, “karşı tarafın” yani “solcular”ın hakim olduğu bir sektörde çekilmek isteniyordu. Edebiyat onların elindeydi,tiyatro onların elindeydi,müzik onların elindeydi ve sinema onların elindeydi. Sadece onlar vardı ve onların dışındakilere bu sahalarda yer yoktu! Fincancı katırlarını ürkütmeye ne gerek vardı! Ve bu film fincancı katırlarını epeyce ürkütmüştü...
***


Sinema ve İdeoloji 
Bir ideolojinin teorik örgüsü ve yapısı ideologlar, teorisyenler ve aydınlar için önemlidir. Başka bir ifadeyle, ideolojinin “kafa gerektiren”, zihin uğraşı gerektiren kısmı, o ideolojiye bağlı olanların (ya da hedef kitlenin) ancak çok küçük bir kısmını ilgilendirir. İdeolojinin hedef kitleye,yani daha geniş topluluklara benimsetilmesi ve yaygınlaştırılması ise daha farklı bir yaklaşım gerektirir. Daha basit anlatımlarla ve daha kestirme yoldan insanlara ideolojik propaganda yapabilmek için en güçlü silahlardan biri ve belki de birincisi, kültür-sanat faaliyetleridir. Bu faaliyetlerin başında da tabii ki sinema gelmektedir. İlkin, göze hitap eder, sayfalar boyunca anlatamadığınız bir şeyi bir film karesinde insanların zihnine nakşedebilirsiniz. Sonra, kulağa hitap eder; bir görüntüye ekleyeceğiniz bir müzik parçası ya da etkili bir konuşma sizi hedefe götürür. En sonunda ise, bir filmde drama sanatını kullanabilir, hikayeleştirdiğiniz bir olay sayesinde vermek istediğiniz mesajı çok daha kolay bir şekilde insanlara ulaştırabilirsiniz...
Sinema böylesine etkili bir sanat olduğu içindir ki, bütün dünyada olduğu gibi, ülkemizde de bazı kesimlerce bir propaganda aracı olarak kullanılmıştır. Sovyetler Birliği’nde devletin yönlendirmesiyle çekilen filmlerin hemen hepsi de propaganda unsurları taşımıştır. Karşı kutuptaki ABD’de ise hem pür-Amerikancı, hem de Amerikan karşıtı filmler çekilmiştir. Amerika’nın sağcı yönetmenleri Vietnam sendromunu, Vietnam’da kahramanca mücadele eden askerleri anlatan filmlerle izale etmeye çalışırlarken, Oliver Stone gibi solcu yönetmenler ise “Müfreze” gibi filmlerle madalyonun öteki yüzüne eğilmişlerdir. Bir başka örnek ise Nikaragua’yla ilgili olanıdır. “Ateş Altında” adlı film solcu bir yönetmen tarafından çekilmiştir ve bu ülkedeki olaylara Sandinist gerillaları haklı çıkarır bir gözle bakmaktadır. “Son Uçak” adlı film ise sağcı bir yönetmen tarafından çekilmiştir ve bu filmde ise gerillaların bu ülkede yol açtığı katliamlar ve karışıklıklar gözler önüne serilmektedir.
Türkiye’de de sinema ideolojik propaganda için en güçlü silah olarak kullanılmıştır ve kullanılmaktadır. Ama, aynı Sovyetler Birliği’nde olduğu gibi, olaylara bakış açısı hep tek taraflı olagelmiştir. Sol, Türkiye’de kültür-sanatın bütün alanlarında olduğu gibi, sinema alanında da hakimiyetini hep sürdürmüş ve tabii ki elindeki bu imkanı her fırsatta kullanmıştır. 12 Eylül sonrası kıpırdanan ve ticari başarılara imza atan “Milli Sinema” (ya da kendi adlandırdıkları gibi, Beyaz Sinema) örnekleri bir tarafa, sol kesim hep sinemaya damgasını vurmuş, etkinliğini sürdürmüştür.
***

Çirkin bir tipleme 
12 Eylül öncesi dönemde sinemada tutunmak için “solcu” olmak gerekliydi. İki lafı bir araya getiremeyen ve görüntüsünden başka hiçbir özelliği olmayan “oyuncular” bile bu “zorunluluk” gereği, ideolojik filmlerde rol aldılar. Yapımcıların ve dağıtımcıların ne olduğu önemli değildi, onlar işin ticari yönünü düşünüyorlardı. Ama senaristi, yönetmeni, oyuncusu solcu olmak zorundaydı.
“Çirkin Kral” adıyla “efsaneleştirdikleri Yılmaz Güney, kendisinden sonra gelecekler için iyi bir “örnek” teşkil ediyordu. Haksızlıklara, zulümlere, sömürüye,baskıya karşı elinde silah, karşı koyan bu tipleme sol sinemanın başlıca sermayesiydi. Solcu militanları evinde sakladığı için hapishanelere düşen, sonra da bir hakimi öldürdüğü için hüküm giyen bu tipleme, solcu çevre için tabii ki başlıca sermaye olacaktı. Bugün bile bu sermayeyi yemekle meşguller.
Daha sonra, aktrisinden aktörüne birçok oyuncu bu sermayenin birer figüranı, dublörü oldular. Hepsi, kendisini önceki tiplemeye benzetmeye, onun gibi olmaya çalıştı. Garip olanı şuydu ki, bir filmde rol almak ya da ünlü olmak ideolojiden önce geliyordu. Yani oyuncular önce oynuyorlar, sonra “bilinçli solcu” oluyorlardı. Döneminin isim yapmış birçok jönü bu süreçten geçti. Kartpostal çocuğu Tarık Akan,bıyık bırakıp saçını kestirdikten sonra “devrimci” bir imajla bu sürecin başını çekti. Aytaç Arman, Hale Soygazi, Nur Süer, Halil Ergün vb. gibi “hızlı” solcular da, bu imajlarını 12 Eylül sonrasına taşıyarak bir çok “devrimci” filme imzalarını attılar.

Hammadde bolluğu 
12 Eylül öncesi devrimci sinema için hammadde, yani malzeme çoktu. İdeolojik örgüsü ve hareket noktası, düzene ve sisteme külliyen karşı olmak olan bir siyasi görüş için hammadde alabildiğince çoktur. Devleti eleştirebilirsiniz, polisi, askeri kötüleyebilirsiniz, eğitim sistemini, sağlık sistemini sorgulayabilirsiniz, şehirde patronu, köyde ağayı, okulda öğretmeni yerden yere vurabilirsiniz. Milli değerlerle alay edebilir, dini değerleri kötüleyebilirsiniz. Her şey sizin için daha kolaydır. Varolanı eleştirmek, kötülemek, suçlamak, hedef göstermek hem kolay hem de ideolojik açıdan gereklidir.
Sol sinema işte bu yüzden kendisine hammadde bolluğu sağlayan bir ülkede dilediği gibi at oynatabilir, hüküm sürebilir. Bu ülke öyle bir ülkedir ki, sol sinema, fikir hürriyeti, söz hürriyeti,düşünce hürriyeti olmadığını iddia ettiği bu ülkede dilediği gibi film çekebilir, dilediği propagandayı yapabilir.

“Sanat” filmi furyası 
12 Eylül sonrası da sol sinema, darbenin kendileri üzerinde oluşturduğu baskı perdesinden kurtulduktan sonra, kaldıkları yerden devam etmişlerdir. Ama bu kez hammaddelerde değişiklikler olmuş, darbe karşıtı söylemler devreye girmiştir. Sosyalist bakış açısı değişmemiştir ama yaklaşım tarzı değişmiştir. Bunun yanında “sanat filmi” adı altında, kimliğini ve konumunu kaybetmiş sosyalistlerin çektiği acube filmler furyası da kendini göstermeye başlamıştır. Marksizmin dünya üzerindeki etkisinin ve gücünün gitgide kaybolmaya başlamasıyla hız kazanan bu süreç sonunda, sosyalist olmaktan başka bir şansı ve yeteneği olmayan bu yönetmenlerin ve oyuncuların son sığınağı olan bu sanat filmleri, kendileriyle birlikte Türk sinemasını da çukurun dibine göndermişti. İnsanda sıkıntı ve bunaltıdan başka bir şey yaratmayan ve tabii ki böyle olduğu için de üç-beş kişiye hitap etmekten kurtulamayan bu filmler aynı zamanda sol sinemanın da içine düştüğü çıkmazı ortaya koymaktaydı.

Kötüle Türkiye’yi, kap ödülü 
Türkiye aynı Türkiye’ydi. Sosyalizm iktidarda değildi. Değişen bir şey yoktu. Türkiye’de kendilerine inanan kitleler yoktu. Tek çare yurtdışındaki festivallerdi. Festival demek ödül demekti, ödül demek ticari getiri demekti. Öyleyse yapılması gereken bu festivallere katılabilecek filmler çekmekti. Bunun da şartı, yurtdışındaki festival jürilerinin hoşuna gidecek konular ve görüntüler bulmaktı. Bulundu da... Türkiye’yi kötüleyecek, Türkiye’nin ne kadar olumsuz özellikleri varsa bunları beyazperdeye taşımak en kolay yoldu. Üstelik insan hakları, işkence, cezaevleri gibi “evrensel” hususlar bakımından Türkiye tam bir hammadde yatağıydı. Öyleyse, bu konulara ağırlık verilecek, Türkiye kötülenecek ve yurtdışındaki bu festivallerden “ödül”ler getirilecekti. Nitekim getirildi de... Ama değişen bir şey olmadı, halk bu filmlere de rağbet etmedi...
***

Kahrolsun popülizm! 
Kendi halkından, kendi insanından, kendi toplumundan, kendi değerlerinden bihaber, bütün bu değerlere olabildiğince uzak bir sinema anlayışı şüphe yok ki kendisiyle birlikte Türk sinemasını da uçuruma itecekti. Kısa bir süre öncesine kadar da Türk sineması uçurumun dibindeydi. Türk sinemasına ara sıra da olsa nefes aldıran filmler ise, solcu-entellerin “popülist” diyerek suçladıkları filmlerdi. Özellikle Ertem Eğilmez’in çektiği bol kadrolu filmler hasılat rekorları kırarken,bu yönetmeni kınayanların çektikleri filmler yüz kişi tarafından bile seyredilmiyordu.
Ama her şeye rağmen, sol sinema, ideolojik mücadelesini beyazperdeye yansıtmak için elinden geleni yapmıştır. Buna da devam etmektedir. Ülkenin gündem konularına göre filmler çekerek yine kendi görüşlerini empoze etmektedirler. Geçtiğimiz günlerde televizyonlarda da gösterilen “Işıklar Sönmeyecek” adlı filmde de bunu gördük. Eli kanlı eşkiyanın “haklı” mücadelesini, eşkıya elebaşısının “gerçek askerliğini” Güneydoğu dağlarında askere kurşun sıkarak yaptığını gördük bu filmde. Türk subayının her sözünü “sen anlamıyorsun, anlamak istemiyorsun” sözüyle karşılayan bu elebaşının nezdinde, dağlarda binlerce askerimizin kanına giren eşkiyaları “temize” çıkarmanın bir örneğini görmüş olduk böylece...
Oysa , Türk sinema tarihinde inanılmaz bir rekora imza atarak 2,5 milyon kişi tarafından izlenen “Eşkıya” adlı film, bu kez de aynı çevreler tarafından kıyasıya eleştirildi. “PKK gerçeği”nden hiç söz etmeyen bir “eşkıya” filmi olur muydu? Kendi iç karartıcı filmleri salon bile bulamazken bir Türk filminin milyonlarca kişi tarafından seyredilmesi, yönetmeninin ya da oyuncuların siyasi görüşleri ne olursa olsun, bazı kesimlerce dayanılacak bir şey değildir. Kıskançlık ve çekemezlik ideolojik bağnazlıkla bir araya gelince, başarılı bir filmi kötülemek bu çevreler için hiç de zor bir iş değildir...

Peki, ya biz? 
Şimdi gelelim bize... Var olan hakkında konuşmak ve ahkam kesmek kolay ve biz işte bunu yapıyoruz. Birileri bir şeyler yapıyor ve biz de yapılanları yine kendi ideolojik bakış açımızla eleştiriyor ya da yorumluyoruz. Kimbilir, belki biz de kıskançlık duygusu içinde karşı tarafın yaptıklarını kötülemeye, yermeye, eleştirmeye çalışıyoruz. Elimizden bir başka şey gelmiyor çünkü. Gelmiyor, çünkü bu yönde ne bir isteğimiz ne bir çabamız var. Gelmiyor, çünkü hala kendimize güvenimiz ve inancımız yok... Oysa olmalı...
Evet, bir ÜLKÜCÜ SİNEMA olmalı. Kötü de olsa, acemi de olsa, yetersiz de olsa bir sinemamız, başlangıç itibariyle, olmalı. Bizim hikayemizi,bizim davamızı,bizim mücadelemizi, bizim inandıklarımızı ve bizim değerlerimizi biz kendimiz, kendi yönetmenimiz, kendi oyuncularımız ve kendi senaristlerimizle anlatmalı, beyazperdeye taşımalı ve milyonlara yansıtmalıyız.
Yapamaz mıyız? Dün olsaydı belki zorlanırdık. Set işçisinden yapımcısına solun hakimiyet kurduğu dönemde belki zorlanırdık. Ama şimdi öyle değil. Şimdi yapabiliriz. Hem de en güzelini, en iyisini yapabiliriz... Yeter ki...
Yeter ki, aydınlarımız, ideologlarımız, yöneticilerimiz, yetkililerimiz “SİNEMA”nın farkına, bilincine varabilsin.
Solcular bunun farkında ve bilincinde; çekiyorlar, gösteriyorlar ve propagandalarını yapıyorlar...
“İslamcı” dediklerimiz bunun farkında ve bilincinde, çekiyorlar, gösteriyorlar ve istediklerini elde ediyorlar...
Ama biz hala uyuyoruz. Uyanmak da işimize gelmiyor. Oysa, mücadele sadece gazete sayfalarında, meclis kürsülerinde, parti meclislerinde, üniversite amfilerinde olmaz. Mücadele her alanda ve her zeminde yapılmalı. Biz kendimizi bu millete sadece gazeteyle, kitapla, broşürlerle, seçim konuşmalarıyla anlatamayız. Propagandanın en güçlü, en etkili ve en ucuz silahlarından biri olan sinemanın, milliyetçi-ülkücü ideolojinin geniş kitlelere en kısa yoldan ulaştırabilmesi yönünde değerlendirilmesi gerçeğinden bihaber olduğumuz sürece, hedeflerimize ulaşmamız mümkün olmayacaktır.

Bizi biz anlatalım 
Şunu unutmamalıyız: Bizi bizden başkası anlatamaz. Neye inanıyoruz, ne için mücadele ediyoruz? Kimlere ve nelere rağmen, nasıl mücadele veriyoruz? Uğruna her türlü çileyi göğüslediğimiz değerler, fikirler, inançlar nelerdir? Ülke meselelerine, toplum meselelerine nasıl bakıyoruz? Ulaşmaya çalıştığımız hedeflerimiz, tesis etmeye çalıştığımız toplum düzenimiz nelerdir, bunları nasıl gerçekleştiririz? İşte bütün bunları sadece fikir kitapları, dergiler, gazeteler yoluyla bütün insanlara anlatmak mümkün değildir. Öyleyse, sinema gibi hem göze, hem kulağa, hem de duygulara kolaylıkla hitap edebilen sinema sanatını kullanmayı ve değerlendirmeyi öğrenmeliyiz.
Kendisini MHP’li, ülkücü, milliyetçi olarak gören, kabul eden samimi, inanmış ve varlıklı insanlarımızın bu konuya eğilmeleri ve maddi olarak böyle bir altyapının hazırlanması yönünde çaba göstermeleri gerekiyor. Tekrar etmeliyiz ki, oyuncumuz, yönetmenimiz, senaristimiz, yapımcımız, dağıtımcımız, set işçimiz var. Tek eksiğimiz, bilinç...
Türk sinemasının Ülkücü bakış açısından mahrum olduğu gerçek. Ülkücü hareketin de sinemadan mahrum olduğu bir diğer gerçek. Ülküsüz sinema-sinemasız Ülkücü hareket zincirini kırabilmek için elbirliğiyle bir atılım başlatmalı ve bu alanda yetkin bir konuma gelebilmeliyiz. Ve sadece sinemada değil, edebiyatta, romanda,şiirde, tiyatroda, müzikte, kısacası kültür-sanatın her dalında ÜLKÜCÜ bakış açısını yerleştirmeliyiz.
Şimdiye kadar bir şeyler yapamadıysak bu acizliğimizden ya da yeteneksizliğimizden değil, bilinçsizliğimden kaynaklanıyordu. Ve biz hala bu bilince ulaşamamışsak ya da yapmamız gerekeni yapmaktan kaçınıyorsak, daha da kestirmesi, şu çok eleştirdiğimiz entel-solcular ya da beyaz sinemacılar kadar olamıyorsak, hangi yüksek ideallerin bir gün gerçekleşeceğine inanabiliriz ki!...
Ahmet Selçuk(Büyük Kurultay)


kaynak: 3hilal.8k.com

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Düşüncelerinizi bizimle paylaşın