Luis Bunuel’in burjuvaziyle sinema tarihinde eşi benzeri görülmemiş biçimde alay ettiği muhteşem filmi El Angel Exterminador/Kahreden Melek’te bir malikanede bir araya gelen burjuvaların trajikomik gerçekliğini izleriz. Parti çoktan bitmiştir lakin hiç kimse mekanı terk edememektedir. Bunun herhangi bir görünür nedeni yoktur; sadece, tam gitmeye yeltendiklerinde kendilerince bahaneler üretip bir köşede pineklemeye devam ederler. Kısa süre sonra durumun farkına varır, salondan bir türlü çıkamadıklarını anlarlar. Ama bunun niçin böyle olduğu üzerine kafa yormazlar. Günler geçer, tuvalet ihtiyaçlarını bir gömme dolapta gideren burjuvalar açlık ve sefalet içinde olmalarına rağmen bir türlü terk edemedikleri salonda iyice kokuşurlar.
Çok benzer bir anlatı yapısıyla, bu sefer kapitalizmin gerçek üretimi olan küçük burjuvaziye yönelik Polanski eleştirisi Carnage/Vahşet Tanrısı’nda karşılaşıyoruz: 11 yaşında bir çocuk başka bir çocuğa sopayla vurarak iki dişinin kırılmasına yol açmıştır. Çocukların aileleri ‘kurban’ın ailesinin evinde bir araya gelip son derece medeni ve centilmence bir tutanak yazarlar. Her iki taraf da olayın büyümesine karşıdır. Misafir aile tam çıkmak üzereyken ev sahibi Michael bir kahve içme önerisinde bulunur, misafirler teklifi kabul edip eve girerler. Sonra da tıpkı Kahreden Melek’teki gibi, evden çıkmayı bir türlü başaramazlar. Yer, içer, birbirlerini suçlar, önce karı-kocalar sonra kadınlar-erkekler olarak kamplaşır, kusar, kokuşmaya başlarlar.

Kamerayı bazen kalem bazen de fırça gibi kullanan Polanski’nin bu görsel stil uygulamasını en basitinden en güçlüsüne tüm filmlerinde görmek mümkün tabii… Mesela Rosemary’s Baby/Rosemary’nin Bebeği’nin görüntü yönetmeni William Fraker, Visions of Light adlı belgeselde Polanski’nin sinema dehasını şöyle bir örnekle anlatıyor: “Rosemary’nin Bebeği’nde bir sahne vardır: Ruth ‘Telefon nerede?’ diye sorar, Mia ‘Yatak odasında’ der. Ruth ‘Çok iyi’ der, çıkar. Roman, ‘Bana Ruth’un görüntüsünü ver’ dedi. Ben de kamerayı gayet güzel ortaladım, Ruth’un telefonla konuştuğu görülüyordu.‘Tamam Roman, biz hazırız!’ dedim. Roman geldi, baktı, ‘Hayır, kay, biraz daha kay...’ dedi. Sola doğru kaydık. Baktığınız zaman yatağın üstünde oturan Ruth’un sadece sırtını görüyordunuz. Yüzü de, telefon da görünmüyordu. ‘Ama bir şey görünmüyor?!’ dedim. Roman ‘Çok doğru!’ dedi. Ben de ‘Pekala’ dedim. Ve şimdi, sinemaya gidiyoruz: Salondaki iki yüz kişi böyle yapıyor (başını sağa doğru eğiyor) kapının arkasındakini görebilmek için! İşte Roman Polanski!”
Bir Polanski filminde çok özel bir hikaye beklentisine girmemelisiniz -filmografisinde Piyanist gibi dev yapıtlar da bulunmasına rağmen- belli ki yine çok basit ve tanıdık bir hikaye anlatacaktır. Tabii ki bu basit hikayeyi keyifli labirentlere dönüştürecektir yönetmen, ama bir Polanski filminde asıl beklentiniz ‘saf sinema’ görmeye yönelik olmalı; karşılanacağından emin olabilirsiniz.
UĞUR KUTAY
ugurkutay@birgun.net
birgun.net
Alıntıdır...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Düşüncelerinizi bizimle paylaşın