Pages

8 Aralık 2011 Perşembe

Kati Outinen ile röportaj


Kati Outinen ile baş başa

Minimalist absürt komediler konusunda dünya sinemasının en yetkin ve iz bırakan ismi. Aki Kaurismäki Finlandiya sinemasının belki de ‘kabuklarından çıkıp bir kaynak belirlemesi’ anlamına gelen kariyeriyle büyük iz bıraktı. Kati Outinen ise onun filmlerinde 25 senedir yanından ayırmadığı kült bir figür ya da ilham perisi. Dünya sinemasındaki yönetmen-oyuncu birliktelikleri konusunda örnek verilebilecek Aki-Kati çifti, hiç kuşkusuz kendisinin söylediği gibi ‘her şey dostluk ve bakış açısına bağlı’ uyumunu yaşıyorlar. İstanbul Modern Sinema’da düzenlenen ‘Aki Kaurismäki & Kati Outinen Filmleri’ adlı program vesilesiyle İstanbul’a gelen 50 yaşındaki tiyatro çıkışlı oyuncu Outinen ile neşeli bir sohbet gerçekleştirdik. Meraklısına bu yılki Cannes Film Festivali’nden ödüllü “Umut Limanı”nı da bulunduran etkinlik 18 Aralık’a kadar devam edecek.

1961 yılında Finlandiya’da doğan ve oyunculuk eğitimi alan Kati Outinen, kuşkusuz Fin sinemasının kült figürlerinden biri. 1980’lere kadar rol aldığı tiyatro oyunlarından ziyade, usta yönetmen Aki Kaurismäki’nin dokuz filminde oynamasıyla adını duyurdu. Sessiz sinemanın ‘deadpan komedi’ geleneğini Buster Keaton edasıyla kimliğine geçiren oyuncunun, bu ‘sakin’, ‘soğukkanlı’ ve ‘mimiksiz’ duruşu elbette bir birikimi beraberinde getiriyor.

Şimdilerde Fin Tiyatro Akademisi’nde oyunculuk dersleri veren Outinen, 3-18 Aralık 2011 tarihleri arasında İstanbul Modern Sinema’da düzenlenen ‘Aki Kaurismäki & Kati Outinen Filmleri’ programı için şehrimize geldi. Müzede gerçekleştirdiğimiz röportajda, uyumlu, konuşkan ve sıcakkanlı duruşuyla dikkat çeken oyuncunun, bu tavrıyla işimizi kolaylaştırdığını söyleyebiliriz.

Söyleşi süresince özellikle 1986 ile 2011 arasındaki dokuz filmlik birlikteliğin sonuçları, sinemasal yansımaları, Finlandiya sinemasının gerçekleri, Kaurismäki’nin inatları ve daha nicesi konumuz oldu. Birçok soruya ‘Aki’ye inanamamıştım’ gibi cevaplar vermekten gocunmayacak kadar özgüvenli Outinen, aslında keyifli sohbeti daha da samimi hale getirdi. Sonuçta kendisi sinema tarihinin önemli birlikteliklerinden birinin ikinci halkasını oluşturuyor. Feminist figürler arasında da özümsenebilecek bir noktada yer alıyor.

‘AKI İÇİN OYUNCU BİR ARAÇ’


Türkiye’de ve dünya çapında bir düşünce hakim durumda. 80’lerin iki figürleşen Kaurismäki imzasından Mika, önceleri Aki’den daha önemli görülüyordu. Ancak 90’lardan itibaren ‘auteur’ teorisine de bağlantılı olarak Aki’nin ismi daha çok zikredilmeye başlandı. Şimdilerde ise Mika’nın filmlerini dahi bulmak zorlaştı. Kendi ismini taşıyan bir miras oluşamadı. Bunun sebebi neler? Siz ikisine de yakın biri olarak bu konuda ne düşünüyosunuz?

Evet katılıyorum. Mika artık belgesel çekiyor.

En son üç sene önce çektiği “Üç Bilge Adam”ı izledim. Sanırım uluslararası alanda yaygınlaşan tek filmiydi son yıllardaki. Pek parlak bir çalışma değildi.

Güney Afrikalı bir şarkıcının belgeselini çekti. “Mama Afrika”ydı ismi.

Uluslararası alana fazla yayılamadı o da.

Farklı filmler çekiyor. Sanatsal değiller.

Popülerler mi? 

Filme alınmış hikayeler diyebiliriz daha çok.

Mika’yla ilgili eleştiriniz bu olmalı herhalde?

Hayır değil. Belgeselde kurmacadan daha başarılı.

Fin sinemasında 80’li yıllardan önce Suomi Film şirketinin altında popüler filmler öne çıkmaya çalışıyordu. Henüz Mika ve Aki Kaurismäki’nin uluslararası kitlelere adını duyurmamışken başka bir ‘ulusal köken’ yoktu. Belki Mika bu yolu izleyip ‘kimliksizlik’le ilerliyor. O yüzden kayıplara karışmış olabilir. Aki ise auteur bakış açısını kısa sürede oturttu.

Evet Aki’nin çok güçlü bir stili var. Orijinal bir stili var. Filmleri TV’de gösterilirse Aki’nin imzasını görürsünüz. Stili, yaklaşımı, bakış açısı, renklerle örülü dünyası ve pelikülü kullanışıyla hissedilir bir fark yaratıyor.

Aki ile Mika arasındaki ilişkiyi yakından görmüş olmalısınız. Nasıl bir ilişki vardı, bu konuyla ilgili anılarınız oldu mu?

Aki ilk beni aradığında yıl 1986 idi. O zaman 80’lerin başında ikisinin beraber çektiği filmi görmüştüm. Onları biliyordum. Aki senaryoları yazıp başrolde oynarken, Mika yönetiyordu. Ondan sonra kendi kariyerine start verdi. “Cennetteki Gölgeler” (“Varjoja paratiisissa”, 1986) onunla ilk çalışmamız oldu. O zamandan sonra ayrıldılar.

Sinemasal ayrımları bir kenara ama özel hayatta sürekli beraberler miydi?

Evet öyleydi. Birkaç sene önce Mika’nın bir filminde oynadım. Çünkü onu yıllardır tanıyordum. Artık oynamam gerekiyordu. Birçok oyuncu onunla çalışmak istiyor. 20 sene sonra ‘tamam seninle çalışmak isterim’ dedim ama film çok iyi değildi. Çünkü yönetmen Mika’ydı. Ama Aki benim favori yönetmenim.

Mika ile Aki arasında çalışma sistemi açısından nasıl farklar var?

İkisi de saygılı ve kibar adamlar. Oyuncuları seviyorlar. Oyunculara güveniyorlar. Mika çok doğaçlama istiyor. Aki ise ne yapacağını biliyor. Bu konuda kesin ve net. Oyuncular belli ölçülerde doğaçlama yapabilir karaktere ruh katarken. Mika ‘tamam öyle yapalım’ der, Aki ‘öyle yapılacak’ der. Kamerayı nereye koyacağını önceden düşünür. Çok nettir. Kendi istediği şeyi görmek ister. Aki için oyuncu bir araçtır.

‘AMAN TANRIM! YİNE Mİ SAVAŞ?’


İskandinav sinemasında Danimarka ve İsveç’in belli bir sinema kökeni olmasına karşın Finlandiya ve Norveç böyle değil. Fin sinemasının bir Carl Theodor Dreyer’i, bir Victor Sjöström’ü veya bir Ingmar Bergman’ı yok. Bunun sebebi ne? Niye aynı kültürden gelip ‘kök’süz hareket ediliyor? İçeriden nasıl gözüküyor bu durum?

Bizim izleyicimiz orijinallikten korkuyor. Fin filmleri genelde ‘kaydedilmiş tiyatro’ kıvamında. Sinema filmi gibi değiller. Şimdi bile filmlerin makalelerini kültür sayfalarında değil TV sayfalarında görüyoruz. Finlandiya’da sinemanın bir sanat formu olabileceği düşünülmüyor. İki önemli dağıtım ağı var: Bunlardan biri ABD kaynaklı, ikincisi de beş günlük iki küçük festival. Böylece diğer kültürlerden filmleri görebiliyorsunuz. Başka filmleri internetten elde etme veya indirme şansı var şimdilerde. Ancak küçük ekran ile büyük perde arasında büyük farklar var. Aynı şey değil. Fin sinemasında Erkki Karu gibi 20’li 30’lu yıllarda siyah-beyaz veya sessiz film çeken bir-iki yönetmen vardı. Gerisi kaydedilmiş tiyatro oyunlarıydı. 1950 ile 1980 arasında hiç film çekilmedi neredeyse. Yılda sadece iki, bilemediniz üç film çekiliyordu. Bunlar da sıkıcıydı ve hikayeler Sovyetler Birliği’nin yavaş sanat filmleri gibiydi. Risto Jarva dışında bir akış yoktu. O da 40 yaşlarında bir kazada öldü.

Evet evet o kayıtlara geçen tek isim zaten.

Ne oldu bilmiyorum. Bugünlerde popüler filmler çekiliyor. Hatta 2. Dünya Savaşı’nda ülkemizde olup bitene kapılmış durumda birçok sinemacı. ‘Aman Tanrım! Yine mi savaş?’ diyorum içimden. Ama maalesef bunun dışında filizlenen bir özgün duruş pek yok.

Kaurismäki’nin aşıladığı cesaret veya yarattığı etki sonucunda yeni jenerasyondan ilginç Fin yönetmenler çıkmaya başladı aslında. Örneğin 2006’da “Jade Warrior” ile ortaya çıkan ve sizin oynadığınız 2008 tarihli “Sauna”da bu durumu güçlendiren Antti-Jussi Annila bunlardan biri. Bu jenerasyon hakkında ne düşünüyorsunuz? Bir ümit ışığı var mı?

Doğru, çok yetenekli bir yönetmen.

Evet bana da ‘demek ki Fin yönetmenler sinemayı düşününce iyi filmler çekebiliyor’ cümlesini kurdurtuyor.

Evet kesinlikle. O tek değil. Onun dışındakiler de var.

Uluslararası anlamda tanınmış değiller ama henüz.

Bir-iki film çektikleri için çok yükselemediler. Festival ağını, fonları ve daha nicesini iyi yakalamak, kullanmak gerekiyor. Henüz onları beceremediler.

Bu iyi bir şey demek ki. Son yılların en iyi Fransız filmlerinden “Avida”da da oynadınız.

Evet ama görmedim. Çok komik bir projeydi!

Ne açıdan?

DVD’sini yollayacaklarını söylediler ama görmedim. Nasıldı?

Garip, aykırı ve gerçeküstücü bir film. Gustave de Kervern-Benoît Delépine ikilisi kanımca Fransız sinemasındaki ‘Yeni Bunuel’ açığını kapatıyorlar. Kariyerlerine değer verilmeli. Zira ülkede ‘tek tip sinema’ yapılırken böylesi yeteneklerin çıkması önemli.

Başka film çektiler mi?

Evet çektiler onlar da kısmen aynı duruşu taşıyorlar.

Sevindim. Çok iyi insanlardı. Ama çok da gariplerdi (gülüyor). Tam da öyle oldu o kadar garip ki ‘bu deneyimi tatmalıyım’ dedim! (gülüyor) Ama bir şekilde “Avida”nın prömiyerine katılamadım ve filmi izleme şansını kaçırdım ne yazık ki. Çok görmek istiyordum ama inşallah bir gün görebilirim.

‘BİZİ DOSTLUK KAVRAMIYLA ANSINLAR’


Sinema tarihinde fazlaca ‘yönetmen-oyuncu’ çiftlerinin-birlikteliklerinin konuşulduğu, hatta zaman zaman kült olduğu görülür. Bunlardan ilk alka gelenler Werner Herzog-Klaus Kinski, Jean-Luc Godard-Anna Karina ve Aki Kaurismäki -Kati Outinen ikilileri. Herzog-Kinski çifti, kavgalarıyla konuşulurlar. Godard-Karina ikilisi evlilikleriyle bilinirler. Kaurismäki -Outinen ikilisi sizce ne ile anılmalı?

Evet (gülüyor). Bilmiyorum ben ne söyleyebilirim ki? Dostluk olabilir. En iyi dostum benim Aki. Her gün görüşen kişiler değiliz. Hatta zaman zaman üç sene boyunca hiç görmediğim de oluyor onu. Ancak karşılaşınca kaldığımız yerden başlayabiliyoruz. Bu çok güzel bir durum. Dostluk da böyle bir şey herhalde.

Belki hayata aynı bakış açısıyla odaklanmak?

Evet evet olabilir. Geçenlerde İsviçre’deydim, benim Aki’nin ‘ilham perisi’ olduğumu söylediler. Ben de ‘hayır!’ dedim ama sonra ‘belki’ dedim. Çünkü filmlerinin senaryolarını yazmadan önce benim oynayacağımı belirliyor. Senaryolarının başına bu motivasyonla oturuyor. Kısacası beni çağırdığında ne olmamı istediğini biliyorum.

O zaman ilham perisisiniz...

Belki belki. Her zaman öyle oluyor. Örneğin “Sürüklenen Bulutlar”da (“Kauas pilvet karkaavat”, 1996) başka bir rol oynayacaktım. Ana karakterin karısını oynamayacaktım, garsonu canlandıracaktım. Başroldeki bu karakteri oynayacak kişi ölünce ben başrole geçtim. Onu çocukluğumdan beri tanıyorum. Belki bundan dolayı ‘bir miras’ kalmış olabilir.

Kaurismäki’nin filmlerinde oynadığınız karakterlerle sessiz sinemada kadın Buster Keaton olarak anılan, United Artists şirketinin kurucularından Mary Pickford etkisinde bir sahne kimliği oluşturuyorsunuz. Feminist, vurduğunu koparan, vicdani hesaplaşmayı yapabilen, erkek dünyasına karşı çıkan bir kadın tiplemesi görüyoruz. Böyle bir arzunuz var mı?

Çok teşekkürler benzetme için. Benim karakterlerimin kaynağında önemli bir Fin tiyatro yazarının etkisi var. Kadın karakterleri yazardı kendisi genelde. Savaştan sonra sayısız erkek öldüğü veya sakat kaldığı için savaş travması çekiliyordu. Bugünlerdeki Fin toplumu gibi kadınlar sayesinde oluşmuştu her şey. Bebekleri onlar yetiştiriyorlardı, sosyeteyi onlar idare ediyorlardı. Ama bir Fin kadınının gerçek karakteristiği jenerasyona göre değişir. Aki’ninkiler benim ninemin jenerasyonundan tiplemeler aslında. Aki’nin annesi de öyle biri. Oradan etkilenmiş olabilir. Ben de “Kibritçi Kız”da (“Tulitikkutehtaan tyttö”, 1990) katili oynadığımı bilmiyordum. Orada bir kurban gibiydi daha çok karakter. Hayattaki ideallerini gerçekleştirme ve yaşamın nasıl olduğunu düzenleme durumu vardır orada. Her şeyden pişman olmak, annenin altında kalmak. Zor düzenin içinde bir şeylerin çatlamasıyla beklenmedik gelişmeler olabiliyor. Herkese de bir anda fare zehiri veriyor. Senaryoyu önceden görmedik. Aki, sürekli bir gün önceden yazıyordu sahneleri. Bu da ‘yarın ne olacak?’ sorusuyla oynamamızı sağladı. Sonunda nasıl biteceğini bilmesem de, esasen bir şey yapacağımı hissediyordum. Ama fare zehiri sahnesi çekilirken ‘aman Tanrım bir katili oynuyorum!’ dedim. Ama böylesi beklenmedik durumları anlayabiliyorum. Umutsuzluğa düştüğünüz zaman bu gibi eğilimler gösterebilirsiniz.

‘SHAKESPEARE’E BUNU YAPMAMALIYDI’


Zaten bence o rötuş ya da hikayesel dönüş Fin sosyal düzeninin bir taşlaması anlamına geliyordu.

Aki, senaryoları ve setleriyle görkemli şeyler çeken bir Fin yönetmen ile iddiaya girmişti. ‘kibrit’ten film çıkarabilirim demişti. Her zaman büyük savaş hikayeleri çekerdi. Aki ise büyük şeylerin ‘küçük’ dokunuşlarla yapılabileceğini kanıtlamak istiyordu. İddiaya girip bunu kanıtladı. En iyi filmlerinden de biriydi.

Evet öyleydi katılıyorum. 1987’de çektiği “Hamlet İş Dünyasında”da ‘plastik ördekle ilgili film çekerim’ diye mi iddiaya girmişti yoksa? (gülerek)

(gülüyor)

O film benim gördüğüm en olağan dışı Hamlet uyarlamasıdır.

Benim de! ‘Shakespeare’e bunu yapamazsın!’ diye düşünmüştüm o zaman Aki nazarında. Ama çalışmak çok zevkliydi. Oyuncuların tiyatro işleri olduğu için çekimleri üç gecede tamamlamak zorunda kaldık. Büyük bir ev vardı. Bütün çekimler orada oldu. Aki çok kötü durumdaydı ve para bulmakta zorlandı. Birçok imkansızlıkla boğuştu. Yaşanmayan bir yer olması önemliydi. Elektrik bile yoktu. Sokaktan çalmak zorunda kaldık! Kovalarla su aldık ve üçüncü-dördüncü kata taşıdık. Çok eğlenceliydi.

Sizin oynadığınız intihar sahnesinin zaten böylesi ‘minimal’ olanaklarla çekildiği çok açık.

(gülerek) ‘Aki birini öldürebilir!’ diye içinden geçirdi herkes ve bu gerçek oldu!

Karusmaki birçok filminde sessiz sinema döneminden etkiler taşıyor. “Hamlet İş Başında”, “Eşarbına İyi Bak, Tatiana” ve sessiz çektiği “Juha”, bu durumun en bariz örnekleri. Kendisindeki bu etkiyi neye bağlayabiliriz? Bunu onun ağzından duydunuz mu? Kimliğinde nasıl bir etki yarattı?

Çok büyük bir etkisi var elbette. Sessiz sinemada her şeyi kelimeler olmadan anlatmak zorundasınız. Büyük oyunculuklar için en iyi kendini ifade etme tabanı sessiz sinema ya da Aki Kaurismäki. Abartılı oynamaktan, dışa dönük performanslardan bahsetmiyorum. Tiyatroda kamera olmadığı için böylesi bir bakış yerine oturur. Ama sinemada öyle değil. Söz konusu ‘film’ alanı olunca diyalog her şeyi açıklayan bir konuma oturuyor. ‘Bunu yapacağım, bunu yapmayacağım’ gibi hareket ediyorsunuz. Bu iyi oyunculuk değil aslında. Esasen her şeyin altında yatanlara bakıp analiz ederek karar vermek lazım. Bunu ifade etmek için kendinizi bir stile uydurmalısınız. Filmlerdeki sessizlik tam olarak ‘Fin’ durumunu ortaya koyuyor. Finlandiyalı insanlar sabahları metroda kimseyle konuşma örneğin. Trenlerde veya gün içi aktivitelerinde de bu devam eder. En iyi arkadaşlarımla uzun süre boyunca sessiz durabiliriz. 10 dakikalık sessizlikle yemek yiyebiliriz. Beraber olmak iyidir. Yeni jenerasyon böyle değil belki.

Sanki Antti-Jussi Anila filmlerinde bu durumu hissedebiliyoruz.

Evet evet, doğru söylüyorsunuz.

‘ANDERSSON, OZU VE KITANO İLE BAĞLAR AÇIK’


İskandinav sinemasında Norveç ve Finlandiya yoğunluklu olarak Uzakdoğu sinemasındaki minimalizmi, sessizliği ve absürt mizah anlayışını görebiliyoruz. Zaten son 30 senede Aki Kaurismäki’nin yanı sıra İsveçli Roy Andersson, Norveçli Bent Hamer, Japon Takeshi Kitano ve Malezyalı Tsai Ming-Liang gibi böylesi filmler çeken auteur yönetmenlerin sivrildikleri kabul ediliyor. Bu minimalist absürt sinema görüşünü sizin kültürünüze bağlayabiliriz öyle değil mi?

Evet kesinlikle. Özellikle Andersson’u severim.

Ama Kaurismäki’nin tonu daha farklı. Deadpan komedi, kara komedi, kaba komedi hepsi bir arada suç ile birleşip içine dramatik akışı da sokuyor. Karmakarışık ve ayrıksı bir çorba diyebiliriz. Bu sayede de bunlardan ‘ustalık’ konusunda ayrılıyor. Kendine özgü kimlik adeta Fin sinemasının bir veritabanı anlamına geliyor. Andersson belki bu konuda 70’lerde çektiği bir-iki filmle onu etkilemiş olabilir. 

Berlin’de ödüller alan ilk filmi başarılıydı. Öbürü felaketti. Bu sebeple 20 yıl film çekmedi.

Evet “İkinci Kattan Şarkılar” ile geri döndü. Onun tarzı Aki Kaurismäki ile yakın. İskandinav stilinde Lars Von Trier gibi Danimarka’dan çıkan çok farklı yönetmenler var. Muhtemelen Finlandiya ile ayrımlarını net koymak lazım. Dünyayı yeniden keşfetmek isteyen yönetmenler, Danimarka’da daha hakim. Kaurismäki ise kendi içinde mütevazı filmler çekerek dramatik derinliği doldurmayı amaçlıyor. Norveç ve Finlandiya kültürel olarak onlardan farklı bir konumda. Aki Kaurismäki olmadan bu duruşu göremezdik muhtemelen öyle değil mi? Bu isimlerle ilgili ne düşünüyorsunuz?

Evet katılıyorum. Takeshi Kitano’nun “Havai Fişekler”ini (“Hana-bi”, 1997) görmüştüm ilk olarak. ‘Aman Tanrım, bu gördüklerim gerçek mi? Bu adamı tanıyor muyum?’ diye düşünmüştüm. Aki ile çok farklı. Ama ondan bir şeyler var kesinlikle. Fin televizyonunda Ozu’nun filmlerini gösteriyorlar. Onun filmlerinde de aynı şeyi hissettim.

Evet kesinlikle esas çıkış noktası Ozu olmalı.

O zaman daha derinden anlıyorum yaptıklarını. Ritm, kamera, yaklaşım ve daha nicesi. Tamamı aynı. Diyalogsuz, sözsüz ve sabit açı yoluyla bir şeyler anlatmak...

Aynı zamanda Jim Jarmusch ile akrabalık kuruyor bence. Kültürel açıdan farklılığı da onunla ‘az diyalog-çok diyalog’ noktasında ayrılıyor. Jarmusch’un 1991’de çektiği “Night On Earth”te Kaurismäki’nin oyuncularından Matti Pellonpää’yı ve birkaç Fin kadın oyuncuyu görmüştük. O filmde niye oynamamıştınız?

Bana teklif etmedi. Aki’nin Jarmusch ile sinemasal bir akrabalık ilişkisi olduğu kesin.

haberturk.com
                                                                                                                                         Alıntıdır...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Düşüncelerinizi bizimle paylaşın