Pages

2 Aralık 2011 Cuma

Düşlerin parlayıp söndüğü yerde


Martin Scorsese'nin '3D' teknolojisiyle çektiği 'Hugo', son derece keyifli bir sinema tarihi dersi adeta. Emektar yönetmen, son filminde iki yetimle yedinci sanatın büyük ustası Georges Melies'yi kurgusal bir öyküde buluşturuyor

HUGO
Yönetmen: Martin Scorsese
Senaryo: John Logan (senaryo), Brian Selznick (kitap)
Oyuncular: Ben Kingsley, Jude Law, Sacha Baron Cohen, Chloë Grace Moretz, Michael Pitt, Christopher Lee


Yönetmen denilen kişinin Tanrı’dan çok, bir sihirbaza yakın durduğunun en önemli kanıtıydı Georges Melies (ya da tam adıyla Marie-Georges-Jean Melies). Zaten bir sihirbazdı ve hünerlerini Paris’teki Robert-Houdin Tiyatrosu’nda gösteriyordu. Yedinci sanatın icatçısı olarak bilinen Auguste ve Louis Lumiere Kardeşler’in filmlerini görünce, gönlü sinemaya kaydı. İşi bir hayli ilerletti, kendi stüdyosunu bile kurdu. 1892-1912 yılları arasında yüzlerce film üretti (Ünlü sinema sitesi IMDB’den aktarıyorum, yönettiği film sayısı 552 ve hepsi kısa film olan bunca yapıtın 84’ünde rol de aldı). Fakat araya Birinci Dünya Savaşı girdi, insanlar hem tiyatroya hem de sinemaya olan ilgilerini kaybetti, hayatın acı gerçekleri fanteziye, düşlere galip geldi, Melies de bu dönemde popülaritesini kaybetti, yavaş yavaş ortalıktan elini ayağını çekti. Ama sinemaseverler onu hep öncü bir kişilik olarak hatırladı, bildi. Özellikle de o enfes afişiyle zihinlere kazınan 1902’de çevirdiği ‘Aya Seyahat’ (Le Vogaye dans la Lune) bir klasik olarak sinema tarihi içinde çoktan yerini aldı (Bazılarına göre de sinemanın ilk ‘özel efektçi’siydi).

Kurguda başka güzelsin...
Martin Scorsese ise Amerikan sinemasının yaşayan en büyük yönetmenlerinden. ‘Taxi Driver’, ‘New York New York’, ‘Günaha Son Çağrı’, ‘Raging Bull’, ‘GoodFellas’, ‘Masumiyet Çağı’ gibi olağanüstü işlere imza attı. Hastalıklı karakterlere ilgi duydu, onlara belki sevgi beslemedi ama filmlerini genellikle sınırlarda gezinenlerle donattı. Sinematografik açıdan da özellikle kurgusal oyunlarıyla dikkat çekti, grameri yenilemeye, öteye taşımaya çabaladı. Bunda da son derece başarılı oldu.

Bugünden itibaren gösterime giren (ve ‘3D’ tekniğiyle çekilen) ‘Hugo’, işte bu iki büyük ismi, Melies’i ve Scorsese’yi buluşturan son derece ‘özel bir çalışma’ olarak dikkat çekiyor. 69 yaşındaki New York-Queens’li, belki de bugüne kadar çocukları ihmal ettiğini düşünerek onlara unutulmaz bir armağan bırakmayı hedeflemiş. ‘Hugo’, aslında çocuklara yönelik bir hikâye anlatıyor gibi duruyor ama asıl olarak sinema denen büyüye vurulmuş her büyümemiş çocuğu peşinden sürükleyecek bir film.

Her zaman olduğu gibi kısaca özet diyelim: 1930’lar Paris’i… 12 yaşındaki Hugo Cabret’nin yuvası Montparnasse Garı’nın gizli kapaklı yerleridir. Bir yetimdir Hugo ve garın saatlerini ayarlayan ayyaş amcası Claude’un yanında, gözlerden ırak zor bir hayat sürdürmektedir. Oradan buradan yiyecek çalar, gizli bölmelerden gündelik rutini izler ve en önemli meselesi olan yalnızlığını yok etmek için çabalayıp durur. En büyük ilgisi ise Georges adlı yaşlı bir adamın sahibi olduğu oyuncakçı dükkânınadır, çünkü buradaki mekanik aksamlı her şey, onun için yeni bir keşif gibidir. Sonradan anlarız ki ölen babası bir mekanikerdir ve ondan kalan en büyük hatıra olan, bir tür ilkel robot niteliğindeki ‘Otomaton’u çalıştırabilmektir gayesi. Kimi gelişmeler sonucu tanıştığı Georges’un evlatlığı Isabelle ise Hugo’nun bir tür can yoldaşı olacaktır.

Lumiere’lerden Chaplin’e
Scorsese, ünlü yapımcı David O. Selznick’in (prodüktörlüğünü yaptığı en ünlü film ‘Rüzgâr Gibi Geçti’dir) uzak akrabası Brian Selznick’in ‘The Invention of Hugo Cabret’ adlı grafik romanından uyarladığı ‘Hugo’da bizi sinemanın ta en başına götürüyor. Lumiere Kardeşler’in ‘Trenin Paris Garı’na Girişi’nden (biz yedinci sanatın ilk yapıtı olarak kabul edilen bu filmi, bu isimle öğrenmiştik, tam çevirisi ‘Ciotat Garı’na Bir Trenin Girişi’ olmaktadır) başlayarak ‘Aya Seyahat’e, Harold Lloyd’a (ve de özellikle ‘Safety Last’ filmi), Buster Keaton’a, ‘Büyük Tren Soygunu’na, Charlie Chaplin’e hem saygıda kusur etmiyor, hem de sinemanın geldiği son noktadan (malum, ‘Hugo’ ‘3D’ teknolojisiyle çekilmiş) geriye dönerek muhteşem bir selama soyunuyor. İşte bu noktada da bence ‘Hugo’nun tarihi önemi beliriyor.

Scorsese’nin yapıtı, bir ‘Sinefil’ için özel bir hamle, öte yandan bu sanatın en temel muhatabı olan ‘saf seyirci’ için de 137 dakika boyunca içinde kaybolacağı son derece keyifli bir labirent. Scorsese, ayrıca ilk kez denediği ‘3D’nin de hakkını vermiş, özellikle giriş sekansı muhteşem. Garın bütün girdi çıktısında son derece ayrıntılarla yüklü bir gezintiye çıkıyor ve adeta minik Hugo’nun mekânla olan bir tür ‘röntgenci’ ilişkisinden siz de kendi payınıza düşeni alıyorsunuz. Öte yandan hikâye ilerledikçe ve meseleye Georges Melies dahil olduktan sonra da, sinema bilginiz ve ilginiz oranında, filmi daha bir sahipleniyor, daha bir sıcak ilişki kuruyorsunuz.

Dönem atmosferi, kostümler, mekânlar, tiplemeler, Paris’in her zamanki ve dahi o zamanki güzelliği (galiba Woody Allen’ın son filmindeki yazar karakterin aradığı dönem de, tam buydu), son derece görkemli eski saatler (ben bu film dolayısıyla ‘Benjamin Button’daki saati de hatırladım), bizi Haydarpaşa’nın bize sönük kalacağı bir gar tasviri derken ‘Hugo’ daha da özel bir film haline gelmiş (bu noktada görüntü yönetmeni Robert Richardson ve kostüm tasarımcısı Dante Ferretti’nin adlarını zikretmek gerekiyor sanırım).
Oyunculuklara göz atarsak Hugo’yu canlandıran Asa Butterfield, çok güzel bir çocuk. Ayrıca yeri geldiğinde çok hüzünlü bir hava da katıyor. Günümüz sineması muhtemelen yeteneklerinden uzun süre yararlanacak. Keza Isabelle’de karşımıza gelen Chloe Grace Moretz de bir başka minik yetenek. İkili, adeta Charles Dickens romanlarından (yerlileştirirsek de Kemalettin Tuğcu) fırlamış yetimleri fazlasıyla andırıyor. Garın ‘resmi’ yalnızı sıfatıyla ortalıkta gezinen ve yetimlere adeta zulüm yapan ‘İstasyon müfettişi’nde Sacha Baron Cohen (namı diğer ‘Borat’), göz ardı edilmeyecek bir yetenek olduğunu gösteriyor.

Ve Ben Kingley… Büyük İngiliz aktör, abartı olarak da addedebilirsiniz ama belki de ‘Gandhi’den bu yana en iyi oyununu sergiliyor Georges Melies rolünde. Bence bu yılki Oscarların da (‘En İyi Erkek’ dalında mı olur, yoksa ‘En İyi Yardımcı Erkek’ dalında mı, bilemem ama nerede olursa olsun) şimdiden en büyük adayı (ayrıca ‘Zindan Adası’ndan sonra yine bir Scorsese filminde karşımıza çıkıyor). ‘Claude amca’da Ray Winstone, ‘Çiçekçi Lisette’te Emily Mortimer, Hugo’nun ölmüş babasında da Jude Law dikkat çekiyor. Bir Amerikalı eleştirmen bu karakterlerden Claude’u ‘Mavi Melek’in Emil Janngins’ine (malum bizdeki karşılığı Muhsin Ertuğrul ve ‘Şehvet Kurbanı’dır), bir başka Amerikalı eleştirmen de Lisette’i sessiz sinema döneminin ünlü aktristi Mary Pickford’a benzetmiş. Yine bir başkası da ‘İstasyon müfettişi’nde Şarlo’dan esintiler bulmuş.
Sonuç? Scorsese’nin en büyük takıntısı onca muhteşem yapıtına rağmen kendisine Amerikan Sine-ma Akademisi’nin bir Oscar’ı hor görmesiydi. Malum yedinci sanatın tarihi Oscar almayan birçok usta yönetmenle doludur.

Bir nevi ‘Cennet Sineması’
Scorsese’nin böylesi bir ‘gereksiz’ meseleyi niye dert edindiğini pek merak etmişimdir. Nihayetinde muradına erdi, 2006’da ‘The Departed’la ‘En İyi Yönetmen’ dalında heykeli koltuğunun altına sıkıştırdı. Lakin bu film orijinal değildi ve 2002 yapımı bir Hong Kong filmi olan ‘Infernal Affairs’in (Mou gaan do) yeniden çevrimiydi. Yani yakıştıramamıştım Scorsese’ye. Lakin bu büyük yönetmenin, bir tür ‘Cinema Paradiso’su olan ‘Hugo’, benim nezdimde bütün ‘kötü hatıralar’ı siliyor. Klişe bir eleştirmen deyimiyle meseleye noktayı koyalım: Her yaştan çocuklar için muhteşem bir oyuncak. Kesinlikle kaçırmayın…

UĞUR VARDAN
Radikal.com.tr
                                                                                                                                         Alıntıdır...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Düşüncelerinizi bizimle paylaşın