Türk Sineması deyince akla Yeşilçam gelir. Yeşilçam bizlerde nostaljik tatlar ve hatıralar bıraksa da, 100 yılı aşan sinema serüveninde, dünyaya Türk Sineması kavramını anlatamamanın ezikliği, her zaman hissedilmiştir sinemacılarımızda. Bu durumun mazeretleri sıralandığında, teknoloji sorunu her sinemacının ‘Top 3’ listesine mutlaka girer, çoğu zaman da ilk sırayı alır. Acaba gerçekten 30’lu, 50’li, 70’li yıllarda dünyada kameralar, lensler, şaryolar gelişirken, çekim teknikleri üst düzeylere çıkarken, bizdeki nispeten ilkel teknopark mı Türk Sinemasının gelişimini köreltmiştir? Teknolojik gerilik bir mazeret sayılabilir mi? 80’lerde ölme noktasına gelen sinemamızın 90’lardan itibaren dirilmeye başlaması, milenyumla birlikte canlanması, özel TV’lerin getirdiği dizi furyasıyla sektörün tekrar para kazanır hale gelmesi, Özal’ın teknoloji transferini kolaylaştırması ve liberal ekonominin gelişmesi ile izah edebilir, böylece tüm suçu teknolojiye yıkabilir miyiz? Bizden teknoloji ve sanatsal özgürlük olarak daha geride olmasına rağmen dünyada bir “İran Sineması” bile varken, neden
“Türk Sineması” yok sayılır?
Evet, matbaa ülkemize 300 yıl sonra ancak ulaşabilmiştir. Bu gecikme ekonomik, kültürel, sanatsal ilerlememizi, dünya ile yarışabilme becerimizi hayli düşürmüştür. Ama olaya sinema açısından baktığımızda bu derece trajik bir fark göremeyiz. Sinemanın başlangıcı olarak Lumiere Kardeşlerin 28 Aralık 1895’te Paris’te, Capucines Bulvarı’ndaki Grand Cafe’de gerçekleştirdikleri ilk film gösterimlerini ele alırsak, bu tarihten yalnızca bir yıl sonra, İstanbullular’ın ilk sinema gösterimini keyifle izlediklerini görürüz. Devir II. Abdülhamit zamanıdır ve Bertrand isimli Fransız sinematograf padişahın özel davetiyle İstanbul’dadır. II. Abdülhamit bu gösterimle kalmamış, bugün parayla ölçülemeyecek derecede arşiv değerine sahip İstanbul ve Osmanlı Manzaraları’nı hem sinematograf hem de fotoğraf ile kayıt altına aldırmıştır. Taştan eserlere ne kadar sahip çıktığımız ortada iken bu kadar kıymetli filmlerin, fotoğrafların akıbetini düşünmek bile istemiyorum.
Dünya sinema tarihinin ilk filmi ABD’li Edwin S. Porter’ın 1903 tarihli “The Great Train Robbery” (Büyük Tren Soygunu) olarak kabul edilir. Bu tarih aynı zamanda sinemanın kuruluşu sayılır. Sinema tarihçilerimizin üzerinde kesin uzlaşma sağlayamamalarına rağmen ilk Türk filmini de, Birinci Dünya Savaşı’nda yedek subay olan Fuat Uzkınay’ın “Ayestefanos’taki Rus Abidesinin Yıkılışı” adı verilen 14 Kasım 1914’te çektiği 150 metre uzunluğundaki belgesel çalışması sayabiliriz. Dünyada çekilen ilk film ile ülkemizde çekilen ilk film arasındaki süre yaklaşık 10 yıldır, matbaa gibi araya yüzyıllar girmemiştir. Yani teknolojinin ve yeniliğin bize ulaşması şu an sinemada bizden ileride olan bir çok ülkeye göre daha erkendir. Maalesef Uzkınay’ın bu eseri elimizde yoktur, kimi rivayetlerde ise İTÜ arşivindedir. Ama “Ayestefanos’taki Rus Abidesinin Yıkılışı”nı dünya gözü ile gören var mı sorusu hala bir soru işareti olarak durmaktadır. Bu tarihten sonra Harbiye Nazırı Enver Paşa’nın emriyle Merkez Ordu Sinema Dairesi kurulur. Kurumun başına Sigmund Weinberg getirilir. Enver Paşa’nın görevlendirdiği Weinberg’in Alman olduğunu ilave etmeye gerek yok sanırım. Yardımcısı da Fuat Uzkınay’dır. Weinberg, savaşla ilgili görüntüleri ve Türkiye’yi ziyarete gelen imparatorların gezi belgelerini çekerken, Enver Paşa’yı ikna edip öykülü film denemesine de girişecektir. Dönemin en çok tutulan tiyatro oyunu “Leblebici Horhor”u çekmeye başladıktan bir süre sonra, oyunculardan birinin ölmesiyle film yarım kalır. İkinci öykülü film denemesi olan “Himmet Ağa’nın İzdivacı”nda ise oyuncular Çanakkale Savaşı nedeniyle askere alınınca, bu deneme de ilkinin akıbetine uğrar. Ancak, sonradan Merkez Ordu Sinema Dairesi Başkanlığı’na getirilen Fuat Uzkınay, yarım kalan “Himmet Ağa’nın İzdivacı” filmini savaştan sonra, 1918’de tamamlar.
Gösterim merkezleri açısından bakacak olursak, Türkiye’deki ilk sinema salonu olan Pathe Sineması’nı Weinberg, halkın sinemaya gösterdiği ilgiden dolayı, 1908’de, Beyoğlu’nda yaptırır. Bu dönemde daha çok azınlıklar sinema salonları yaptırırken, 19 Mart 1914 yılında Cevat Boyer ile Murat Bey’in devreye girmesiyle Şehzadebaşı’nda Milli Sinema adı verilen ilk Türk sinema salonu da açılır.
Araya kurtuluş savaşımız ve yeni bir Cumhuriyetin kuruluş sancıları girse de, Türk Sineması üretmeye devam etmektedir. Ama esas gelişimi Muhsin Ertuğrul ile başlar ve Kemal Film ile firmalaşır. Tiyatronun kanatları altında gelişen Türk Sineması, zamanla kendi ayakları üstüne basar. Beyoğlu merkezli Türk Sineması Yeşilçam olarak üretmeye, izlenmeye, kazanmaya, büyümeye başlar. Bu dönem çoğu Avrupa ülkeleri, Rusya, Hint, Uzakdoğu, Güney Amerika sinemalarının da emeklediği bir dönemdir. Birinciliği hemen kapan Amerika, Hollywood sineması ile sinema sanatının kültürel, ekonomik ve teknolojik liderliğini sürdürürken kural koyucu haline de gelmiştir. Avrupa ve Rusya bu yarışta Amerika’yı geçemeyeceğini anlamıştır. Doğal olarak bizim rakibimiz de Amerika olamaz. Bu dönemde ancak Hint, Uzakdoğu, Japon, Macar, Çek, İsveç, İspanya, Avusturya, Brezilya sinemaları ile yarışabilirdik. Fransız, İngiliz, İtalyan ve Rus sinemaları bizden ilerideydiler çünkü. Sonuçta yarışa aynı çizgide başladığımız ülkeler bizi geçtiler. Hatta bizden çok sonra başlayan ülkeler şu an dünyada var kabul edilirken maalesef bizim ismimiz anılmamaktadır. Tamam, teknolojiyi bir dönem takip edemedik. TV yayını 60’larda ancak başladı. Hatta ne gariptir ki ülkemizde ilk TV sinyalleri verilirken dünya renkli yayında idi. Ama yönetenlerimiz insanımıza siyah beyaz ekranı layık gördüler. Yıllarca da tek kanal, tek ses, tek renk (siyah ve tonları) izleyip durduk. Ancak dünyaya açılamamızı yalnızca teknolojiye bağlayamayız. Bırakın sinemayı, sanatta da, resim, şiir, romanda da dünyaya açılamadık hala.
Teknolojiyi takip edemeyiş, Türk Sinemasının koruyucusu olmuştur aslında. Düşünsenize ortalama bir Yeşilçam melodramını: kız fakir, oğlan zengindir veya tam tersidir. Oğlan müzisyendir, bu nedenle zengin kızın babasından saygı göremez. Oysa günümüzde şarkıcılık ve futbolculuk ‘sanat’ları çok gözdedir. Kız Hülya Koçyiğit’tir, oğlan da Kartal Tibet. Ne fark eder ki? Nasılsa aynı senaryoyu herkes oynamıştır, kombinasyon hesaplarına göre pek çok ikili üretilebilir. Kızın zengin ama kötü ve kanunsuz işlerle uğraşan bir nişanlısı vardır. Oğlansa gurur doludur. Tesadüfler yollarını kesiştirir, edebiyat kokan diyaloglarla aşkları gelişir. Ne var ki oğlanın uzaktan bir akrabası ölüm döşeğindedir ve oğlanın amcasının kızının dayısının görümcesinin yeğeni bu haberi ona getirir. Çünkü cep telefonu icat edilmemiştir henüz. Ve yarım saat sonra kalkacak trene yetişmesi gerekir, yoksa son nefesine yetişemeyecektir. Bir not yazılıp vazonun önüne bırakılır, randevuları vardır kızla, gidip nikah muamelesi yaptıracaklardır, yıldırım nikahı bir haftadan önce kıyılamaz, tek celse boşanma da henüz icat edilmemiştir. Durumu sms ile de bildiremez, kontörü bitse çözümü vardır ama cep telefonunu bırakın, tüm mahalleli bakkaldan telefon etmektedir. Not bırakıldıktan sonra eve ilk olarak kızın kötü nişanlısı gelir, para teklifi gururlu genci vazgeçiremediği için bi güzel dövdürecektir adamlarına. Ama notu görünce sevinir, yırtıp atar ve başka bir not yazarak orayı terk eder. Ve en sonra masum ve güzel kız gelir. Kötü adamın nefretle yazdığı notu okur, gururu, aşkı kırılır. Ağlayarak eski nişanlısına döner, nikah muameleleri başlar. Durumu soruşturmak için ne internete girebilir ne de e-posta yollayacaktır. Multimedya mesaj zaten hayaldir. Oğlan döndüğünde acı haberi alır ve düğüne koşar. Ama kız şuh kahkahalarla onunla alay ettiğini söyler…
Devamını siz getirebilirsiniz, çünkü böyle yüzlerce film dağarcığınızda vardır. Düşünün, eğer teknoloji Yeşilçam zamanında olsa idi, bu şartlar altında Türk Sineması var olabilir miydi? Yeşilçam hiç boşuna sızlanmasın, zaten pek çok sinema emektarının itirafı, yapımcıların sinemaya yatırım yapmadığı yönündedir.
Yönetsel bir takım yanlışlarla teknoloji transferi aksadığı için sinemamızın güdük kaldığını iddia etmek, boşuna mazeret üretmek demektir. Akira Kurosawa “Yedi Samuray”ı çekerken hangi ileri Hollywood imkanlarını kullanabilmişti sizce? Olaya tersinden bakarsak Yeşilçam’dan kat kat fazla bütçe ve teknolojiyle çekilen yeni Hababamlar, eskilerinin çok gerisinde değil midirler? Fly camlerle ‘organize işle’nen filmler Kapıkule’yi geçince bizim gurbetçilerimiz dışında kimleri sinema salonlarına çekebilir?
Özetle sorun sadece sinemanın da sorunu değildir, sanatın sorunudur. Teknoloji bu sorunu ne ileri götürebilir ne de geri. Örneğin, Lars Von Trier handy camle film çekiyor, yüz binler izliyor ve hayran oluyor. Anlatacak bir hikayeniz, sevdirecek bir karakteriniz yoksa yapacağınız iş kötü olacaktır. Kötü işleri dostlarınız beğenebilir belki… Çünkü sizi sevenler ne yaparsanız yapın beğenirler, desteklerler. Ama iyi işler çıkarmak demek, düşmanınızın dahi beğenisini kazanabilmek demektir. Bunun için başka şeyler gerekir. O eksiklikleri de başka bir yazıya havale edelim.
videograph.com.tr
Alıntıdır....
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Düşüncelerinizi bizimle paylaşın