1- Nedenler
Bu notları yazmaya başlamamın temel nedeni Karaburun Bilim Kongresi için yazdığım akademinin habitusu başlıklı bildirinin kabul edilmemiş olmasıdır.[1] Kongrede amacım yıllardır akademinin içinde var olabilme çilesi çekmiş biri olarak sinema alanı özelinde akademinin sinemayla bağlantısının haritasını çıkarmaktı. Burada ‘sinema’yı kullanırken geniş bir alandan bahsediyorum, filmleri üretenler, dağıtanlar, filmler üzerine yazarak onların değerini belirleyenler, filmleri izleyerek haz alanlar ve ayrıca ticari olarak alanın var olmasını sağlayanlar, son olarak da elbette alana insan yetiştiren ve kuramsal olarak fikir üreten akademinin kendisi. Sonda söyleneceği başta söylersek amaçladığım şeyin temel fikri akademinin sinemaya gereken ilişkiler ağıyla bağlanmadığı ve ülkemiz sinema okullarındaki akademisyen profilinin sanat olarak sinemayı açık ve net ifade ediyorum sevmediği idi.
Sanatsever olmak temelde sanat eserlerinden alınan hazzın yaşamınızda bir yerlere tekabül etmesiyle ilgilidir. Bu tekabüliyet duygusal, psikolojik, politik ya da tarihsel bir şekilde olabilir ancak sanat eserinin niteliğine bağlı olarak formun ruhunuza ya da beyninize işlemesi söz konusudur. Sanat eseriyle ilişkileriniz bu içsel bağlantılar kurulmadığında son derece dışarıdan ve yapay bir ilişki (mesela mesleğin zorunlu icabı) haline gelir ki bu da eserin varoluş nedenini anlamanızı engeller. Örneğin sadece sinemacı olan sinemacılar (!) filmi ışığı, rengi, yönetmenin geçmişi v.s ile değerlendirirken filme daha geniş bakabilen sinemacılar onu farklı düşünce ve duyguların yardımıyla değerlendirebilirler. Bu bakış açısı filmin katmanlarını ortaya çıkaran bir kazı çalışmasıdır ve onun zenginliğini gösterir. Bir filmi sevebilmek bu bağlantıları gerçekten keşfedebilmekle ilgilidir, ortaya çıkan her detay, kurulan her ilişki, filmin bu anlamları üretebilmek için kullandığı stratejileri anlayıp hayran olunan her an gerçek sinemasevere tarifi zor bilişsel hazlar yaşatır. Murathan Mungan’ın çok doğru saptamasıyla gerçek sinemaseverlerin aynı zamanda iyi edebiyat okurları olması da bundandır. İyi kurulu anlatılara, katmanlı gövdelere, etkileyici formlara sahip edebiyat yapıtlarına, anlamsal çağrışımları zengin açık yapıtlara (Eco) alışkın edebiyat okuru sinemadan da çok şey bekler. Kuşkusuz yapıttan haz almanın ve onun sevmenin tek nedeni bu değildir, insan sık sık ‘bayıldım bu filme ama anlattığından pek bir şey anlamadım’ durumuna düşebilir. Özellikle biçimle derdi olan, onu eğip büküp özgün şekillere sokan sinemacıların (Uzakdoğu sineması) ya da hikayeden özellikle kaçıp durumların peşine düşen yönetmenlerin (Kaplanoğlu gibi) ve bir de düşünsel olarak zorlu işler yapan sinemacıların (Trier mesela) filmleri bu cümleyi kurdurur birçok insana. Bazen aldığımız hazzı neden aldığımız anlamak için söz konusu bağlantıları birilerinin bizim için açıklaması, ortaya koyması gerekebilir. Belki de gerekmeyebilir, haz bizim için olduğu gibi kalsın nedeniyle uğraşmayalım isteriz ama ne yazık ki film eleştirisinin ya da akademik eleştirinin bir amacı da budur.
Akademinin habitusunu anlamaya çalışırken film okullarındaki birçok akademisyenin sinemayı sevmediğini iddia etmemin altında filmlerle bu ilişkilerini gözlemleyememek vardır. Meselenin detaylarına, akademisyen profillerine, başka temel problemlere metnin yazacağım sonraki bölümlerinde ayrıntılı olarak değineceğim ancak burada sorunun bölüm başkanlarından araştırma görevlilerine aynı şekilde ortaya çıktığını ve bu alanda yıllardır sinemada izlediği film sayısı bir elin parmaklarını geçmeyen sinema bölüm başkanları olduğunu vurgulamak gerek. Bu sorun akademinin habitusuna tümüyle egemendir. Emile Durkheim 1904 tarihli “Pedagogical Evolution in France” adlı çalışmasında “eğitimle sekil verilen, edinilen alışkanlıklar” olarak tanımlar Habitus kavramını. Dolayısıyla bu alışkanlık ve pratikler akademik kuşaklarla birbirine geçmekte ve daha sonra değineceğimiz akademik hiyerarşi içinde genç akademisyenlere de öğretilmektedir.
“Habitus anlamlı pratikler ve anlam veren kavrayışlar üreten, içselleştirilmiş gereklilikler ve dönüşmüş eğilimlerdir.” Bourdieu’ya göre habitus tarihin bir ürünüdür ve tarih içerisindeki durumlara karşılık kişisel-kolektif tavır ve pratikleri yaratır. Dertlerimizin başlıcası sinema-TV alanında sınırlanmış olarak, akademinin kendi içinde geliştirdiği ‘toplumsal alan’ı ve ‘habitus’u tartışmak olmalıdır. Bourdieu’ya göre kişilerin arzularını ve davranışlarını belirleyen toplumsal pratikler onların habituslarını biçimlendiren koşullara bağlıdır. Tıpkı bireylerin hayat içerisindeki durumlara bu belirlenimlerle tepki vermesi gibi akademinin üyelerinin de değer yargıları bu tür yapı’lar sonucu ortaya çıkmaktadır. Habitus bireyleri belirli bir değer ve kurallar sistemine uymalarını sonucunu ortaya çıkarır, akademi alanı da bu tür bir dizgeye geleneksel olarak bağlıdır. Bu dizge aynı zamanda maddi bağlar ve statülerle de kendini var eder. Bourdieu bunu farklı sermaye tiplerine ve sosyal statülere sahip alanlar olarak tanımlar ki örneğin akademide ‘üniversiteler, bölümler ve fakültelerden oluşan nesnel sosyal ilişkilerle bağlantı içinde konumlanan ve mevcut kaynakları (sözgelimi, toplumsal bağlar ve bilgileri) kullanarak otorite, güç, itibar için rekabet eden bireyler vardır.’
Doğal olarak farklı yaşam koşul ve durumları kendi habituslarını oluşturur ve Bourdieu’nun altını çizdiği gibi bu tarihten bağımsız değildir, elbette değişir. Bourdieu’da habitus, doğal olarak tarihselliğin içinde, üç değişik ilişki ağı içerisinde anlaşılmalıdır: ilki, habitus’un üstüne kurulduğu, geçmişin getirdiği belirlenimler düşünülmeli (akademinin sağlam geleneği); ikincisi, eylemin şu anki durumu, yani “şimdi” değerlendirilmeli (gündem); son olarak da habitus’un ürettiği pratikler, durumlar ve sonuçlar (akademinin işleri, tezler v.s) hesaba katılmalıdır.
İçinde bulunulan tarihsel durumun, gündemin akademiyi en meşgul ettiği ya/ya da etkilediği alanlardan biri kuşkusuz sanatlar ve sinema alanı olduğu için akademinin kadim geleneği ile güncel olanın belirleyici baskısı sürekli kesişir. İşin ilginç tarafı yine akademinin malzemesini kendisinin oluşturduğu (yönetmen, senarist, yapımcı akademisyenler) alanlardan biri de sinemadır. Dolayısıyla bu alanda bireyin kendini içinde kurduğu habitus ve habitusun içinde konumlandığı toplumsal ilişkiler ağı sürekli müdahaleye maruz kalır.
Akademinin birçok disiplinde olduğu gibi Sinema-TV alanında da Bahtinci anlamda çok sesliliğe (polifoni) ihtiyacı vardır. Bu tür bir çokseslilik güvenli koridorlardan dışarı adım atıp sanatın riski alanına dahil olmayı gerektirir. Aile içinde kalan birbirinin türevi tezlerden, puan hesaplarından, suya sabuna dokunmayan makalelerden arınıp son dönem Türk sinemasının yeni olanaklar ve tavırlar peşinde koşmasına paralel bir şekilde yeni yaklaşımlar geliştirmek zorunludur.[2]
Bourdieu’nun habitus’unun köken fiili habito, oturmak, ikamet etmek, bir yere yerleşmiş olmak anlamına gelir, akademisyenler de ne yazık ki birçok örnekte sanatın değişken, renkli ve çok sesli ortamından uzak sağlam, güvenli koltuklarına oturmuş, geleneklerini sürdürmektedirler.
Yazar Murat Tirpan
Herşeyyolunda.com
Alıntıdır....
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Düşüncelerinizi bizimle paylaşın