Sessiz Sinemadan Altın Çağa Meksika Sineması
Bir zamanlar canavarların, zombilerin, vampirellaların cirit attığı, Meksika kırsallarındaki çiftlik evlerinin çetin hayatlarına zaman zaman fantastik öğelerin karıştığı, Tin Tan argosunun, Cantinflas mimiklerinin gündem yarattığı, Meksika’ya özgü maskeli güreşçilerin cesurca dövüştüğü bir gösteriler silsilesi olan Meksika Sineması; bir ara o özgünlüğünü yitirmiş olsa da, son yıllarda yeniden kazanmanın peşinde. Latin Amerika’nın en büyük film endüstrilerinden birine sahip olan Meksika’nın yeni dalga idealist yönetmenleri, yeteneklerini konuşturmaya başlayalı on yıldan fazla oluyor. Bu süre içinde üzerine oturdukları kültür mirasını diriltmekte de oldukça başarılı oldular. Onlar sayesinde yeniden özüne dönme çabaları gösteren Meksika Sineması, ruhsuz bir zombi olmaktan çok çok uzakta.
Texas ve Arizona’nın kızıl kırmızı kiremit tozu üfleyen sonsuz çöllerinden, Chiapas Dağları’nın renkli ve çeşitli bitki örtüsü ile bezeli puslu ormanlarına kadar uzanan bir Orta Amerika ülkesi olan Meksika, tarih boyunca çok çeşitli evrelerden geçmiş, onlarca farklı kültür ve tarzla yoğrulmuş büyük bir ülke.
Koloni öncesi dönemde, yani Avrupalı istilasından önce, Amerika kıtasının en köklü ve güçlü üç büyük imparatorluğundan ikisi, bu topraklar üzerinde yükseliyordu. Maya ve Aztek İmparatorlukları, komşu topraklara “Vatan” diyor, yan yana tarlalara mısır ve patates ekiyordu. Ancak kader, ağlarını örerken Mayaların patates tarlalarının konumuna aldırış etmedi ve Avrupalı “Conquistador”ların (Kaşifler) bu cennet toprakları, acımasızca yağmalamasına izin verdi. Bunun ardından Denizci Cortez’in açtığı yoldan ilerleyen İspanyol Conquistadorların kurduğu Meksika İmparatorluğu, bir dönem Amerika kıtasının en güçlü devleti haline geldi. O günden sonra bir “Medeni” etkiler silsilesi başladı. Ama Avrupa’dan taşınan kültür ve tarih, deforme oluyor; bir yeni “American Style” doğuyordu. Bu yeni medeniyet tahrikli tarz, ülkenin folklorunu ve kültürünü derinden etkiledi. “Modern Avrupa Kültürü”, fırtına gibi esiyordu Meksika semalarında. Bir tarafta köylerde, şehirlerde yerliler ve melezler, yerli festivallerini kutluyor; bir tarafta asil Avrupalılar, opera ve bale gösterilerinde cirit atıyordu. İspanyol romanslarına, canhıraş yerli ezgilerinin kokusu siniyordu. Bir saatten sonra kokular birbirine öyle karıştı ki, kimse artık halk kültürünün kökenlerinin tam olarak nereye dayandığını bilemez hale geldi. İpin ucu çoktan kaybolmuştu ve ipin ucunu artık arayan da yoktu. İşte bu karmaşa, bugünün Modern Meksika Kültürü’nü ilmek ilmek ördü. Bu çok yönlü ve çok köklü melez kültür, ülkenin özgün sanat hayatının ilham perisidir. Ve doğal olarak Meksika Sineması da bu melez kültürden doğar. Altına giden yol “El Dorado”, “Cortés’in Altinları”, “Llorona Efsanesi”, bu melez kültürün öğelerine güzel birer örnek teşkil ediyor. İşin altınlı kısmına Hollywood’un bolca el atıp onlarca film çevirdiğini biliyoruz. Ama özellikle Llorona gibi halk efsaneleri, özellikle 60’larda Meksika Sinemasında altınlardan daha çok yer bulmuştu.
Emekleme Dönemi: Sessiz Sinema
Meksika Sinemasını, Gael Garcia Bernal’la, Guillermo del Torro’yla, ya da Luis Buñuel’in Meksika’da çektiği filmlerle sınırlamak yapılabilecek en büyük hatalardan. Özellikle Torro’nun Meksika Sinemasındaki yeri elbette yadsınamaz; ancak Meksika’da sinema, film makinesinin icadı kadar eskidir.
Sinema, 1896’da Paris’te ortaya çıktıktan sadece 8 ay sonra Meksika sınırlarından içeriye girmişti bile. Çünkü Avrupa’da büyük alkışlar almıştı ve çoktan keşfedilmiş olan Amerika’yı bir kez daha fethetmeye yollanmıştı. Bu büyük olayın Amerika kıtasını da çalkalamasının vakti gelmişti. Ancak sinema tarihçileri, 1896 – 1926 yılları arasında çekilen Meksika patentli sessiz filmlerin büyük çoğunluğu kaybolduğunu yazıyor.
Meksika’daki ilk halk gösterimi, Başkent Mexico City’deki “Plateros” adında bir eczanenin bodrumunda gerçekleştirildi. Ve kapılar açıldığında şehirli ahali, bir hışımla bu modern çağ aletinin alameti farikalarını görmek için içeriye akın etti. Plateros ayrıca, Meksika’daki ilk sinema salonu olan “Salón Rojo”dan da çok az uzaktadır. Plateros’ta yapılan gösterimin sonucu pek memnun edici olduğundan, 1906’lara gelindiğinde Meksika’da 16 sinema salonu daha kapılarını izleyiciye açmıştı bile.
Guillermo Becerril, Enrique Rosas gibi isimler, o tarihlerde öne çıkan sinemacılar. Ancak araştırmacı yazar Emilio Garica Riera’ya göre çekilen ilk filmler kısa ve ulusal bir duygudan uzaktı. Tüm dünyada esmekte olan fırtınaya ayak uydurma derdindeydi. Zaten imkanlar da kısıtlıydı. Ancak Salvador Toscana gibi, kendini ulusal bir bilinçle sinemaya adayan kişiler de yok değildi. Toscana, Meksika’nın ilk film yapımcısı olarak tarihe geçmiştir. En kayda değer işleri de, “Memorias de un Mexicano” gibi, Meksika Devrimini anlattığı filmleriydi. Bu belgesel filmde, diğer pek çok filminde olduğu gibi kızı Carmen Toscana da pek çok sahnede rol almıştı. Zaten işler, 1910’da Meksika Devrimi gerçekleştikten sonra tamamen değişmeye yüz tutmuştu.
1910 Meksika Komünist Devrimi, Meksika Sinemanın özgünleşmesine ve gelişmesine ön ayak olan kilit olaydır aslında. Ülke tarihi boyunca, tüm yönleriyle kapsamlı bir şekilde sinema aracılığı ile anlatılan ilk olay, Devrimdir. Bu açıdan sinemacıların hem kendilerini geliştirmelerini, hem pratik yapmalarını, hem de ortaya değerli belgesellerin çıkmasını sağlamıştır. Aynı yıllarda, Kuzey Amerika’da ve Avrupa’da kurgusal sinema canlanmaya başlasa da, Meksika’nın özel durumu 1910 – 1917 yılları arasında ülke sinemacılarını kurgudan uzak tutmuştu. Bu yıllar arasında, ülkedeki yegane sinema örnekleri, gerçekçiliğiyle öne çıkan belgesellerdir. Halk ise bu belgesellere, haber verme yönü dolayısıyla ilgi gösteriyordu. Aslında Meksika Devrim Sineması, bir nevi televizyon haberciliğinin, haber kaygılı belgeselciliğin ilk örneklerinden olarak algılanabilir. En azından prensipte bu böyledir. Çünkü bu belgeseller, tarafsızlıkları ya da tarafsız durma çabaları ile dikkat çekerler.
1917’lerde Meksika’ya yurtdışından gelen filmlerin büyük çoğunluğu Avrupa kaynaklıydı. Halbuki tam da bu yıllarda Hollywood, sinema için bir Mekke misyonu üstlenmeye başlamıştı. Ama Meksika ve ABD arasındaki gergin ilişkiler, Meksika Sineması üzerinden Hollywood etkisini bir süre uzak tuttu. Aynı yıl, 1915 yapımı İtalyan Filmi “El Fuoco” gösterime girdi ve Meksikalılar, Menichelli Pineapple ile tanıştılar. Bu güzler güzeli aktris, “Diva” tanımını fazlasıyla hak eden bir kadındı ve böylelikle Meksika Sineması yepyeni bir sapağın eşiğine geldi. Bu yeni İtalyan tarzı, pek çok yönden yaşamı da etkiledi. Zaten artık kadınlar oy kullanabiliyor ve ne istediğine karar verebiliyordu. Korselerden ve kocaman kabarık eteklerden kurtulmuşlardı. Kafes açılmıştı bir kere. “Kadın” algısı hızla değişmekteydi. Şimdi de zevk düşkünü, şuh kadınlar; cesur sahneler, aşk hikayeleri sinema salonlarının kapısının eşiğinde bekliyordu. Eşikten belki hemen geçmeyeceklerdi, ama oradaydılar ve kendilerini hissettiriyorlardı.
1925’lerden itibaren dünya köklü değişimlerle sarsılmaya başladı. Büyük Buhran, Kuzey Amerika’yı kasıp kavuruyor, Avrupa’da Nazizm yükseliyor ve dünya yeni bir savaşa doğru yokuş aşağı sürükleniyordu. Henüz büyük ve acılı I. Dünya Savaşını atlatmadan, yenisi acılarıyla beraber yokuşun en dip noktasında sinsi sinsi beklemekteydi. Ancak öte yandan, I. Dünya Savaşını unutmak isteyenler için neşeli yüzüyle yeni hayat akımı “Jazz”, kısa etekleri ve uçuşan danslarıyla beraber hayatlara girmişti. Zenciler, başlarını eğmekten yılmış ve dünyaya yüzlerini bir şekilde göstermeye karar vermişlerdi. Tam da bu yıllarda sinema izleyicisi, sesli sinema ile tanıştı. 1927’de sinema agulama devresini atlatıp konuşmaya başladığında herkes artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını biliyordu. Ve “The Jazz Singer” sesli olarak çevrilen ilk filmdi.
Meksika için ise 20’ler, Hollywood’da eğitim almış teknisyenlerin, yönetmenlerin yurda dönmeye başladıkları bir dönem olduğu için önemliydi. Bu yönetmenler arasında Fernando de Fuentes, Emilio “El İndio” Fernández, ve Joselito Rodríguez gibi Meksika Sinemasına adlarını kazımış yönetmenler de vardı. 20’lerin sonlarından, ama özellikle de 30’ların ortalarından itibaren Meksika Sineması rahvan hamlelerle şahlanacak ve 30 yıla yakın sürecek “Altın Çağ”ını yaşayacaktı. 1931 tarihli “Santa”, tamamen Meksikalılardan oluşan bir ekiple çekilen ilk sesli film olarak tarihe geçti. Aynı yıl, “Más Fuerte que el Deber” gibi sesli ve uzun metrajlı filmler çekilmeye başlandı ve bu filmler, altın çağın kapılarını araladılar.
Zirveye doğru “Altın Çağ”
Meksika Sinemasının altın çağı, gerçekten de oldukça parıltılı bir dönem. Sahne ışıklarının hiç yılmadan aydınlattığı büyük yıldızlar; afişleri salonlardan günlerce inmeyen büyük melodramlar, epik kahramanlık hikayeleri, dramlar, komediler; aşk, ihtiras, hırs; her şey var bu dönemde. Ayrıca sessiz sinema döneminde Hollywood’a gitmiş ve sinemanın sessizliğini bir fırsata çevirip dil bariyerini aşmış pek çok Meksikalı Star da yuvaya dönüyor ve “ülkesinin starı” olmaya niyet ediyordu. Lupé Velez, ve özellikle Frida Kahlo ve Diego Rivera’ya olan yakınlığı ile bilinen Dolores de Rio gibi yıldızlar, Salma Hayek’ten çok önce Hollywood’u keşfetmişlerdi. Ya da Hollywood onları keşfetmişti. Bu cümleler, sarf edildikleri topraklara göre yer değişiyordu. Lupé Velez, erken yaşta intihar etti; ağır depresyonu hayatına son vermesine sebep oldu. Dolores de Rio ise, hem Hollywood hem de Meksika Sinemasının altın çağlarında rol alma şansına sahip olmuş gerçek bir stardır. Rol aldığı “Maria Candelaria” 1943 yılında Meksika’ya Cannes’dan Altın Palmiye’yi getirir. 1944 yapımı “Los Abondonadas”, 1946 yapımı “La Otra” Meksika’da ses getiren diğer filmlerindendir. Ancak Meksika Sinemasının altın çağını başlatan ne bir melodram, ne de bir aşk filmiydi.
Bazı sinema eleştirmenlerine göre Fernando de Fuentes’in yönettiği 1935 yapımı “¡Vámonos con Pancho Villa!”, bırakın sadece Altın Çağı, Meksika Sinemasının gelmiş geçmiş en iyi filmleri listesinde birinci sırada yer alıyor. Bu film, epik sinemanın ilk ve en güzel örneklerinden biri olarak da biliniyor. Altın Çağın diğer önemli yönetmenleri Luis Buñuel’in, “El İndio” lakaplı Emilio Fernández’in, Julio Bracho’nun, Roberto Gavaldón’un ve Ismael Rodríguez’in eserleri de bu listeye dahil edilebilir. 1940 Luis Buñuel imzalı “Los Olvidados” ve Ismael Rodríguez’in “Nosotros Los Pobres”i, dönemi içinde ciddi dikkat çeken önemli eserler. “Toplumsal İçerikli” filmlerin ilk örneklerinden olma özelliği taşıyorlar ve Meksika’da tırmanmakta olan yoksulluğu gözler önüne serme derdinde olan filmlerin başını çekiyorlar. Ne var ki II. Dünya Savaşı’nın gölgesinde yaşanan 40’lı yıllarda, politik karmaşalarda, yılgın yığınlardan günümüze tek kalan, bu yönetmenlerin değerli isimleri değil. 1940’da “Ahi Está el Detalla” vizyona girdiğinde, tüm İspanyolca konuşan dünya, “Cantinflas”ın doğuşuna tanıklık etmekteydi. Aynı yıllar bir başka komedi üstadını daha sinemaya taşıdı; “Tin Tan”.
Cantiflas (Mario Moreno) ve Tin Tan (Germán Valdés), hayatın yükünden sıkılmış kitleler için bir rahatlama imkanı sunuyor ve bunu “American Way”le değil, “Mexican Way”le yapıyorlardı. Hikayeler, orta sınıf ve fakir ailelerin yaşadığı mahallelerde geçiyor, Dolores de Rio’nun yanına bile sokulamayacakların, temizlikçilerin, aşçıların, şoförlerin hikayesini bir espri ve neşeler silsilesi olarak anlatıyorlardı. “Nosotros Los Pobres”le aynı noktalara, ama farklı açılardan temas ediyorlardı. Öyle ki Cantinflas, bizzat Mexico City’nin en ünlü varoşlarından olan “Tepito”da büyümüştü.
Bu iki ismin de mizah anlayışları özgün ve zekiceydi; ve de alaydan uzak durmaya çalışıyordu. Bu yüzden çok geçmeden kendi hayran kitlelerini yarattılar. Meksika’yı Latin Amerika eğlence sinemasının göbeğine oturttular. Cantinflas, 1953’te “Yo, Colón” (Ben Kolomb) adlı oyununu sergilemeye ve “Amerika’nın keşfini” kendince yorumlamaya başladığında, o zirveye neden çıktığı daha da anlaşılmıştı. Bir zamanların en çok kazanan aktörü Cantinflas yaşadığı dönem boyunca, “Meksika’nın Charlie Chaplin’i” olarak tanındı. Muhafazakar kişiliği, zaman zaman Meksikalı komünistlerle çakıştı; ancak Mario Moreno, yine de bu gün Meksika kültürünün en özgün figürlerinden biri. Meksika sokaklarını işleyen “Stickerismo”cuların (Mexico City’nin sokak sanatçıları, grafiticileri) en çok uyguladıkları stencillerin başında geliyor.
Tin Tan’ın kariyeri Cantinflas ile paralellikler gösterse de farklı yönleri de yok değil. Tin Tan, hem dans ediyor, hem de şarkı söylüyordu. Zaman zaman kardeşi Manuel “El Loco” Valdés’le sahneye çıkıyordu. 1930 – 40’lı yılların “Spanglish”i (İngilizce – İspanyolca kırması bol argolu bir dil. ABD’nin güneyinde, Meksika’nın kuzeyinde konuşulur) olan alt-kültür “Pachuco”yu sahneye ve sinemaya taşıyordu. Tin Tan, Pachuco argosunun tüm Meksika’da yayılmasını ve bir şekilde meşrulaşmasını sağlayan yegane karakterdir. Arada kalmış bir topluluğu beyaz perdeye taşır. Cantinflas gibi halkın içinden doğar.
Tin Tan, Cantinflas gibi özgün karakterleri, El İndio gibi değerli yönetmenleri ve Dolores de Rio gibi parlak yıldızlarıyla kendi tarzını yaratmış olan Meksika Sineması, tüm gücüyle 50’li yıllara kadar soluksuz koştu. Hatta bir gayretle 50’leri de çıkardığı söylenebilir. Ne var ki 50’li yıllar, özellikle II. Dünya Savaşından sonra gelişen “American Dream” kozuyla, Hollywood’a yeni olanaklar ve kapılar açmaktaydı. Hollywood, hem teknikte hem de ele aldığı temalarda bir anda fırlayan yarış atı gibi, tüm rakiplerini geride bıraktı. Hollywood’un 50’lerden itibaren yaptığı bu çıkış, tüm dünya sinemasını etkilediği gibi Meksika’yı da vurdu. 50’lerden sonra Meksika Altın Çağının değeri sinema borsasında yavaş ve sessizce düşmeye başladı. Bu yüzden Meksikalı sinemacılar, bir takım çıkış arayışlarıyla yepyeni cenaplara doğru yol almak zorunda kaldılar. Ve o cenaplarda canavarlar, vampirler, vampirellalar, seksi ve şuh kadınlar vardı…
Alınt
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Düşüncelerinizi bizimle paylaşın